Son dakika haberleri net
KENAN HULUSİ’DEN BİR ADAPAZARI HİKÂYESİ Edebiyat tarihinin hak ettiği değeri görememiş topluluklarından biri Yedi Meşaleciler ise bu yazarlar içinde en görmezden gelineni Kenan Hulusi Koray (1906-1943) olsa gerek. 1928 yılında birden parlayıp birden sönen Meşaleciler’in tek nâsiri olarak kabul edilen Koray, topluluk içinde “hikâye şairi” olarak değerlendirilir. Kafasında ve masasında yapmayı tasavvur ettiği taze hayaller, düşünceler, planlar tamamlanmayı beklerken ölüm bunların hiçbirine izin vermez ve bu güzel insan otuz yedi yaşında hayata gözlerini yumar. (“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”) Muallim Naci (43), Şehabettin Süleyman (36), Ömer Seyfettin (36), Orhan Veli (36), Sabahattin Ali (36), Oğuz Atay (43), Cahit Sıtkı (46) gibi birçok yazar genç ölüler kafilesinde yerini alırken, hatta Son zamanlarda yirmi dört yaşında veremden ölen Muzaffer Tayyip Uslu’nun (yirmi iki yaşında ölen arkadaşı Rüştü Onur’un) hayatı sinemaya konu olurken, Kenan Hulusi’nin adı bu yönüyle de kimsenin aklına gelmez. Bu durumu vefasızlık kılıfına sokarak bir çırpıda geçmek istemiyorum. Bahsi, sadece birilerinin birilerine lütuf gösterip göstermemesi bağlamında ele alırsak bu vefasızlığa biz de ortak olmuş oluruz. Böylesine bir eksikliğin ortaya çıkışının birçok nedeni içinde sanatçılara, devirlere, topluluklara yanlı ve ideolojik bakış ilk sırada gelir. Bu ve benzer birçok neden sıralanabilir ama içimi en çok acıtanlardan biri edebiyat araştırmalarındaki ölçüsüzlük ve keyfiliktir. Bunlara, belli dünya görüşlerinin bayraklaştırılan kahraman yazarlarını eklersek bu can sıkıcı durum biraz daha anlaşılır hâle gelir. Meşaleciler bahsini bu kadarla da geçiştirmek istemem. Mesela Yaşar Nabi, Tanpınar’ın da ısrarla belirttiği üzere Cumhuriyet dönemi edebiyatını, kültür hayatını anlama ve anlamlandırmada anahtar şahsiyetlerden biridir. Akılda kalacak şekilde söylemek gerekirse devrinin birkaç yazarla birlikte “kara kutusu”dur. Nayır’sız Cumhuriyet dönemi çalışılamaz da anlatılamaz da. (Cevdet Kudret, Nayır’ın ölümü için yazdığı yazıda, “… O, tek başına, kendi elleriyle kurduğu yeni Türk edebiyatını bıraktı; çeşitli dillere çevrilmeye başlanan, övünülesi bir edebiyat. (1981)” der.) Odalar ve Sofalar’la Türk şiirinde devrim yapan ve psikoloji bahrinde çığır açan Sabri Esat; edebiyat tarihçiliğiyle bu alanda geçmişle gelecek arasında köprü kuran Vasfi Mahir ve Cevdet Kudret; devrinin “Yunus Emre”si olarak görülüp Ataç’a göre aynı zamanda “ermiş”i olan Ziya Osman’sız Cumhuriyet dönemi edebiyatı konuşulabilir mi, yazılabilir mi a dostlar? (İç dünyasına ayna tutan birkaç Ziya Osman cümlesini buraya alalım: “Aruz, aruz olduğu için değil, Yahya Kemal kullandığı için güzeldir. Şu hece ile yazılmış şiir, hece millî veznimiz olduğu için değil, altında Ahmet Hamdi imzasını taşıdığı için güzeldir. (1944)”) Gerçi, Cumhuriyet devrini üç beş yazara indirgerseniz niçin yazılmasın? Yazıldı da yazılıyor da. Yedi Meşaleciler bahsinde bu kadar rahat konuşmamın nedenlerinin başında Sait Faik’in yanı sıra Behçet Necatigil’in bu topluluğa hakkını teslim eden sözleri ve yaklaşımları geliyor. Necatigil’in bu topluluğa ve bu topluluğa mensup yazarlara bakışını kendi ağzından birkaç iktibasla dikkatlerinize sunmak isterim: “Ortaokulun ikinci sınıfında (1932) sevdiğim şiirleri toplamaya başlamıştım özel bir deftere. Zaman zaman karıştırdığım için, hep elimin altındadır. Gene baktım: ‘Yedi Meşale’ şairlerinden seçmeler çoğunlukta. Cevdet Kudret, Yaşar Nabi başta geliyor (ilk kitapları 1929’da çıkmıştı, hemen almıştım), sonra Ziya Osman, Sabri Esad. En geç Ziya Osman kitap çıkardı. Vasfi Mahir’le Muammer Lütfü’ye ilgi duymamışım! (1978)”1 “Onuncu sınıfta iken (Şubat 1935) şiirlerimden birkaçını bir mektupla Yaşar Nabi Bey’e gönderdim. Bana bir mektupla cevap vermek ve yolladığım üç şiirden bir tanesinin mecmuasında çıkacağını bildirmek lütfunda bulundu ve böylece Behçet Necati imzasını taşıyan ‘matbu’ ilk şiirim Varlık Dergisi’nde çıktı (Sayı 54, 1 Ekim 1935). İşte azizim, Behçet’in edebiyata girişi, Yaşar Nabi Bey’e mektupla müracaatım hariç, başka hiçbir tanışma olmadan bu şekilde başladı.”2 … Bu yazıdaki asıl konumuz olan Kenan Hulusi’nin “Otuz Kuruşa Yatak” adlı öyküsünü incelemeye geçmeden önce beni bu metin üzerinde düşünmeye, hatta bu yazıyı kaleme almaya götüren birkaç nedeni sizinle paylaşmak isterim. Diğer coğrafyalarda yaşayanlar ne anlar bilmiyorum ama Adapazarı’nda “ada” denince Adapazarı’nın şehir merkezi anlaşılır. Ortaokul birinci sınıfı okuduğum Geyve’den bindiğim minibüslerin/otobüslerin muavinlerinin “adaya” - “adaya” diye bağırmaları kulağımdan ve zihnimden hiç gitmez. Halk irfanında/idrâkinde karşılığı olan bu tür kısaltmaların toplum tarafından hem benimsenmesinin hem kolayca anlaşılmasının dil kullanımı açısından mühim olduğunu düşünüyorum. Bu kısaltma, hayalî değil, coğrafî ve gerçekçidir. Tıpkı kadim İstanbul’un sur içinden oluşması gibi, Adapazarı’nın ilk hâli de adadır. (Eski adı “Ada Karyesi”/”Adaköy”.) Hem Sakarya Nehri ile Çark Deresi arasında kalan hem de halkın kayıklarla geçmek zorunda oldukları üzerinde “Pazar” kurulan ada. Çocukluğumda ve gençliğimde Adapazarı şehir merkezinde cumartesi ve salı günleri pazar kurulur, bütün kasaba halkı buraya akın ederdi. Katlı pazar yeri yapıldıktan sonra pazar kurulan yerler kenar mahallere doğru kaymaya başladığı gibi işin içine bir de çarşamba pazarı girdi. Köyde bakkalımız olunca, ortaokulun geri kalan kısmı ile liseyi Adapazarı’nda okuyunca rahmetli babam hemen her hafta okul çıkışı çarşıdan alıp köye getirmem için bana siparişler verirdi. Uzunçarşı’dan “Gülsevenler”den helva, “Koşucuoğulları”ndan sucuk, “Kemal Çankaya”dan peynir, “Zeki Çankaya”dan zaman zaman peynir, zeytin vb. malları alıp bunları çoğu kez otobüs durağına kadar sırtımda taşırdım. Olur ya, okul arkadaşlarımdan biri görür diye yolu uzatma pahasına ara sokaklardan yürürdüm. Zaman zaman Kemal ve Zeki abiler satın aldıklarımı durağa kadar bırakırlardı ki, böyle durumlarda onlara nasıl teşekkür edeceğimi bilemezdim. Ne kadar iyi insanlardı, Kemal Çankaya’nın kalın gözlüğünü hiç unutmadım. Bir de kendilerinden alışveriş yaptığımız ve bir zamandan sonra satın alacağımız malları ayağımıza kadar getiren “Ermişler” vardı. Bu baba dostlarının ölenlerine rahmet, yaşayanlarına saygılarımı gönderiyorum. Rahmetli babam bireysel hayatında olduğu gibi mal alımlarında da titizdi, alışveriş yapacağı esnafları dost seçer gibi seçerdi. Öğrenci dostları lokantacı Sami abi ile şu anda adını hatırlayamadığım Şerefiye Camiinin altındaki lokantayı nasıl unuturum. Tümen’den aldığımız ayaküstü atıştırdığımız lahmacunlar vardı bir de. Tek tük otellerin yanı sıra Serdivan’da kurulan hayvan pazarı, şehir merkezindeki kömür pazarı, soğan pazarı, pirinç pazarı, Yenicami’deki ekmek fırınları ve bu semtin sonunda Erenler’deki patates hali… uzayıp gider bu liste. … Vakit Gazetesi’nde yayımlanan (18 Mart 1942) “Otuz Kuruşa Yatak” adlı öykü, ne yalan söyleyeyim, beni çocukluk ve gençlik yıllarıma götürdü. Hele girişine bayıldım: “Bir salı günüydü. Sonbahardı. Galiba ikinciteşrindi. İstasyona pancar götüren arabalardan Ada’nın arka sokakları geçilmiyordu. Yerliler Adapazarı’na böyle diyor. En kısa bir ifade ile: -Ada! Eğer gezinti mevsiminden başka aylarsa, bilhassa salı günleri Ada kalabalık oluyor. O gün pazar kuruluyor. Zengin veya fakir bir halkı aynı bir çatı altında, otelde veya lokantada görebiliyorsunuz. Hiç değilse fakirler otele başvuruyor, patates ve pancar tüccarları da lokantada içiyorlar.”3 Koray, devam eder öyküye ve kasım aylarının Ada’da nispeten yağışlı geçtiğini söyler tıpkı Nahit Sırrı ve Sait Faik gibi. “Fakat bu yağmur hiç de garip yağmurlardan değildir. Hava saatlerce evvel kapanır; yani size bir nevi haber ve işaret verir.” (s. 293) Alışılmışın aksine bu sefer, hem de pazarın kurulduğu gün öğleden sonra birdenbire yağmur bastırır. Pancar arabaları çamura girer, alışverişi bitirdikten sonra Çaybaşı veya Horozlar’a gidecek köylüler elleri böğründe kalırlar. (Çaybaşı’nı biliyorum, Horozlar’ı Koray’dan öğrendim.) Bir anda başlayıp herkesi şaşkına çeviren yağmur bir kısım misafirle birkaç “Ada”lıyı adeta rehin alır: “Saat dokuz buçuktu. Mavi kâğıt perdeli Belediye lokantasının müşterileri dağılmıştı. Yalnız ortadaki büyük masalardan biri işliyordu. Yuvarlak bir masaydı. Etrafında Bolu ve Düzce’den iki tüccarla, Ada’dan iki müteahhit, bir muallim!” (s. 293) Eskiden Adapazarı’nda içki içilen yerlerin camları genelde perdeli olurdu veya kâğıtla kapatılırdı. Masada iki tüccarla iki müteahhidin bulunması okura makul görünüyor fakat bunlara eşlik eden muallimin niçin masada oturduğu ve orada bulunduğu pek anlaşılmıyor. Yazar, yüksek perdeden yapılan konuşmaların suskun simasını oraya niçin oturtmuş olabilir, bilinmiyor. Arada bir şeyler atıştırıyor ama hikâyenin sonuna kadar mütemadiyen susuyor muallim. Hikâyenin sonunda bir kere konuşuyor ve o noktaya kadar biriken gerilimi, insanlık ve merhametten yana bitiriyor. Yuvarlak masada biralar içilirken, müteahhitlerden biri bir validen, fiyat meselelerinden bahis açarken çok da beklenmeyen bir şey olur, lokantanın kapısı yavaşça açılır, içeriye “çarıklı, poturlu bir çoban” girer. Yan taraftaki kahveden gönderilen çoban yazı masasında oturan “otel kâtibi”ni bulur. (Bu otel Sait Faik’in “Meserret Oteli”nde uzun uzun anlattığı otellerden, bu kahve onların altındaki kahvelerden biri olabilir.) Yazı masasına yaklaşan çoban, kasabada birden bire bozan havanın, yağan yağmurun mağdurlarındandır, otelde kalmak istemektedir ve bu nedenle bir gecelik oda fiyatını öğrenmek istemektedir. Kendisine söylenen fiyatı, “Otuz kuruşa? Yatak?” şeklinde duyulabilecek bir sesle bir kere daha tekrar eder ki bu durum fiyatın yüksek bulunduğuna işarettir. Ortadaki masada oturan ve bu konuşmayı duyan tuzu kuru müşterilerden biri (tüccar olanı) çobanın aksine fiyatı ucuz bulur. Tüccarın tepeden bakan bu tavrından rahatsız olan çoban “İyi hemşerim ama, bende on yedi buçuk kuruş var.” der. Sadece sözle yetinmeyip -biraz da orada bulunanları inandırmak ve merhamete getirmek için olacak- çıkınındaki parayı çıkarıp saymaya başlar. Koray, bu sahnede, orada bulunan tüccar veya müteahhitlerden birinin devreye girip çobana yardım edebilecekleri hissini okura geçirir ama onlar meselenin bu yönüyle hemen hemen hiç ilgilenmezler. Patatesten, pirinçten kazandıkları yüksek miktarda kazançlarla birbirlerine çaka satarlarken “otel kâtibi” kenarda bekleyen çobana çıkışıverir ve belki de konuşmayı bilinçli olarak gererek oradakilerden birinin aradaki farkı kapatmalarına kapı aralamak ister. Bakar ki hiç biri çobana destekten yana oralı değil, o da kendince gerekeni yapar “Eh, ne yapalım, dışarıda yatıver.” der. Bu cevap da kahvehanedekilere, üst perdeden yapılan “konuya niçin bu kadar duyarsızsınız” göndermesi olarak okunabilir. Mevsim sonbahardır, aylardan kasımdır, gündüz saat ikiden beri gök delinmiş gibi yağmur yağmaktadır, hava kararmıştır, hayat durmuştur, otelde kalmaktan başka yapılabilecek bir şey yoktur, çobanın da defalarca şansını denemekten, kalmak için ısrar etmekten başka yapabileceği bir şey görünmemektedir. O da öyle yapar ve bir kere daha şansını dener, gözleriyle havayı işaret eder. Otelci yine alttan almaz “Anladık, anladık! Otuz kuruşun varsa yatarsın, yoksa haydi bakalım, marş!” der. Çaresizliğin son haddini yaşayan çobanın gözleri tekrar ortadaki masaya kayar ve “On iki buçuk kuruş, on iki buçuk!” diye tekrarlar. Lokantada, sanki bütün bunlar yaşanmıyormuş, konuşulmuyormuş gibi bu sefer müteahhitler kazandıklarını yarıştırmaya başlarlar. Onlar pancardan kazandıklarını parayı konuşurken, otelde kalma umudunu tamamen yitiren çoban kahvehanenin kapısına doğru yürür, kapıyı açıp tam dışarıya adımını atacağı sırada beklenmeyen bir şey olur, o ana kadar ağzını açmayan muallim “otel kâtibi”ne döner ve şöyle der: -Hışt, Süleyman Bey, Süleyman Bey! On iki buçuk kuruşu ben veriyorum. Çağır şunu! Muallimin bu davranışı da masada oturanları kendine getiremez, onlar hâlâ kazandıkları paralarla birbirlerine hava atmaya devam ederler. Ve öykü onlardan birinin, anlayıştan ve merhametten uzak bir cümlesinin havada asılı kalmasıyla biter: -Sefalet, fakat otuz kuruşa da bir yatak? Çok ucuz ha! … Öykünün bu cümleyle bitişinden sonra Koray, okura adeta/peş peşe sorular sordurtur: “Neye göre ucuz, kime göre ucuz?” “Madem bu kadar ucuz, otel ücretini denkleştiremeyen fakir ve çaresiz birine niçin çıkarıp on iki buçuk kuruş veremiyorsunuz?” Burada bitmiyor okurun zihninden geçenler: “Paranız olabilir, ama anlayışınız kıt ve merhametiniz yok!” “Zenginlik ve para empati yapabilme gücünüzü yok etmiş!” … Koray’ın öykülerinden birinde rastladığımız küçük bir ayrıntıyla yazıyı toparlamaya çalışalım. Hasan Basri Çantay, İstiklâl Marşı’nın yazılması sürecini ve bu sürece kendisinin katkısını anlatırken bahis döner dolaşır meclisteki oturuma gelir ve içinde bulundukları gürültülü ortamda müzakereler tamamlanır tamamlanmaz Mehmet Âkif’in derin bir uykudan uyanırcasına yaşadığı değişimi, silkinmeyi tasvir etmek için “değirmenci uykusu” ifadesini kullanır: “Böyle gürültü içinde dalışa Âkif Bey ‘değirmenci uykusu’ derdi. Çünkü değirmenci; uykusundan ancak gürültü kesilince uyanır!” Mehmet Akif’te rastlayıp daha sonra kendisiyle ilgili yazı yazdığım bu “değirmenci uykusu” bahsine Kenan Hulusi’nin “Kemahlı Değirmenci” adlı öyküsünde de rastlayınca bir sevindim bir sevindim anlatamam. Âkif’in deyim olarak kullandığı bu ifadeyi Kenan Hulusi, Sabahattin Ali’nin “Değirmen”ini de akla getirir bir tarzda öyküsünde adeta somutlaştırır. Burada da Kemahlı değirmenciyi tedirgin eden değirmenden gelen sesin kesilivermesidir: “Değirmene geldiğim bu ilk gece bakın ne oldu: Saat dokuz on sularına doğru, değirmenin birden bire sesi kesildi. Bilhassa değirmenin civarında uyuyanlar için bu garip bir eksikliktir. Değirmenin sesi, çok kereler, ağaç dallarında bir yapraktan ötekine atlayarak eğlenen kuş seslerine karışır ve imkânı yok, bu sesin hudutları içine girer girmez, kulaklarınızı ayırdığınız takdirde bir uzvunuzun eksildiğini duyarsınız.”4 Bu örnek, hikâyelerinde köylüden yana tavır koymaktan imtina etmeyen Koray’ın bu insanların dünyasını da bildiğini göstermesi bakımından çarpıcıdır. … Kenan Hulusi’nin dikkatimi çeken birkaç yönünü burada kısaca belirtmek isterim. İstanbul’da Çarşamba semtinde doğması, Balkanlar’dan (Bulgaristan) göç eden bir aileye mensup olması, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra (1928) devam ettiği İstanbul Darülfünûn’u “Edebiyat Şubesi”ne kaydolması fakat ailevî nedenlerle burayı bitirememesi ilk aklıma gelenlerden. (Eğitimine devam ederken, aynı zamanda İstanbul’da “Türk Tarih Encümeni” kütüphanesinde memur olarak çalışması okulunu bitirememesinde etkili olmuş olabilir.)5 Kendisini yere göğe sığdıramayan Sait Faik de üniversiteyi (hatta edebiyat bölümünü) bitiremez ve enteresandır ki Yedi Meşaleciler’e ayrı bir muhabbeti olan Necatigil gibi Koray da üvey anne eline düşer. Evine ve çalışma odasına olan düşkünlüğü de akla Necatigil’i getirir. Sevdiklerimizin kaderi bize de geçer mi, etki eder mi bilemedim. Adının Vakit Gazetesi ile özdeşleşmesi de üzerinde durulmayı hak eden bir ayrıntıdır. (Burada “Vakitçiler”e ve dolayısıyla toplumcu gerçekçilikle köye dönüşe gönderme yapıyoruz.) Tanzimat’tan bugüne birçok edebiyatçının yolu bir şekilde gazete ve dergilere düşmüştür ki bunda hayatın normal akışına ters bir durum yoktur. Bir de Adapazarı’nda askerlik yaparken terhisine yirmi bir gün kala tifüsten hayatını kaybetmesi var ki ayrı bir dikkati hak eder. (Eşi Emine Besime Hanım “tifüs”ten değil “lösemi”den öldüğünü söyler ama sonu ölüm olduktan sonra hastalık seçmenin çok da bir anlamı yok diye düşünüyorum.)6 Genç yaşta Adapazarı’nda hayata gözlerini yumup ebediyeti burada teneffüs eden bu güzel insana rahmet dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Yazdıklarında yaşadığı bu son beldeden de gerçekçi bir dille bahseden Koray’a vefa borcumuz var, bunun farkındayım. Aziz dostu Ziya Osman’ın ölümünden sonra yazdığı yazıdan birkaç kırpıntı yapıp eskilerin dostlarını onların arkalarından yazdıklarıyla da uğurladıklarını göstermek isterim: “Gazetelerin Hulûsi’nin ölümünü haber verdikleri 25 Mayıs salıdan önceki pazar günü akşamı, belki de Hulûsi’nin tam son nefesini verdiği dakikalarda, kendi kendime otururken bilmem nasıl bir tedai ile aklım ceket ceplerine yerleştirilen ve bir zamanlar moda olan mendillere gitmişti. Oradan gayri ihtiyarî Hulûsi’yi hatırlamış, henüz Üniversite’nin esas binasında bulunmakta olan Edebiyat Fakültesi’nin geniş, şarkkâri divanhanelerinde mütebessim dolaşmakta olan edebiyat talebesi ve Yedi Meşale’nin yegâne nâsiri Kenan Hulûsi’yi görür gibi olmuştum. O da ceketinin sol üst cebinde bu süslü, kâh beyaz, kâh renkli mendillerden taşımaya ne kadar meraklı idi! Onları, boyunbağı değiştirir gibi, ne kadar sık değiştirirdi! Herhalde bu mendillerden kendisinde bir koleksiyon vardı. Bizlere ara sıra, Beyoğlu’nun filânca mağazasının camekânında gördüğü çok güzel bir mendilden bahseder, fakat çok pahalı olduğundan alamadığını ilâve ederdi. Aklı günlerce o mendile takılır, nihayet aldıktan sonra rahatlardı. Onu Oscar Wilde’a benzetirdim. Gençlik çağlarının nesrinde de Oscar Wilde’ı hatırlatan bir tarafı vardı. Süslü, renkli, hayalli bir nesri. Belki de Oscar Wilde, ceket yakasının iliğinde, mevsimine göre değişen bir çiçek taşımış olduğu için onun da ceketinin cebinde bir mendil, kokusuz bir çiçek gibi açılırdı. … ‘Bir Çaycı Dükkânında’yı yazan Kenan Hulûsi’yi hatırlıyorum. Bu nesrini, o senelerde bilhassa Muhit’te çıkan nesirlerini ne kadar severdim. Çaycı çay bardaklarını ne kadar itina ile ne kadar temiz yıkardı! Ve Hulûsi, çaycı çay bardaklarını yıkarken çıkan gıcırtıdan, dışarıda, kaldırımları örten karlara yeni alınmış lastikleri ile basarak bir adam geçiyor zannederdi. … Dostum Cahit Sıtkı, yeni aldığım mektubunda Kenan Hulûsi’nin ölümüne yanarken şöyle yazıyor: ‘Adresi mezarlık olan dostlar sayısının çoğalmamasını Cenab-ı Hak’tan niyaz edelim.’”7 Ek: Akisler: Antoloji8 Usuldendir: Yükselmek için sinek kanatlarından bile mahrum olanlar, eski şöhretleri merdiven yapmak isterler. Ali Canip’in, mektepler için hazırladığı antolojiye (Türk Edebiyatı Antolojisi, 1931) giremeyen Kenan Hulûsi Bey isminde bir genç de bu usule müracaat etmiş: Yirmi senedir yazılan eserleri beğenmiyor! Antoloji maalesef bir mezarlıktır. İtiraf edelim ki, oraya girmiş olmaktan, dışarıda kalan âcizlerin kıskandıkları kadar mesut değiliz. Zira, antolojiye, ancak tekâmülünü bitirmiş bir edebiyatın tanıttığı isimler girebilir! Fakat Kenan Hulûsi Bey beyhude hayıflanmasın. O, yalnız bu antolojiye değil, hiçbir antolojiye giremeyecektir. O, eski Mısır’ın, mezarsız kalmış bedbaht ruhları gibi tüneksiz kalacaktır. Biz, hiçbir şey yapmadıksa, lisanı birçok molozlardan temizleyerek zahmetsizce yürünebilecek düz ve muntazam bir yol hâline getirdik. Fakat, edebiyata reklam gürültüsüyle girip bir hafta sonra unutulmak marifetinden başka hüner gösteremeyen Kenan Hulûsi Bey ve emsali, bizim açtığımız asfalt yol üzerinde bile yürümesini beceremediler! Elinde kalem, bir kötürümün koltuk değneğine dönen bu zata haber verelim: Kendisine, şöhret âleminde, zahmetsizce oturup keyif sürecekleri bir koltuk gösteremeyeceğiz… Ne yapalım? Edebiyatın darülâcezesi yok! Yusuf Ziya (1895-1967) 1 Behçet Necatigil, “Yedi Meşalecileri Anarken”, Düz Yazılar I, YKY, İstanbul 1999, s. 160. 2 Behçet Necatigil, “‘Küçük Muharrir’den ‘Büyük Şair’e…” (1 Ağustos 1948’te Fahir Onger’le Yapılan Konuşmadır), Düz Yazılar II, YKY, İstanbul 1999, s. 14-15. 3 Kenan Hulusi Koray’dan Hikâyeler, Haz. İnci Enginün, KTB Yayınları, Ankara 1983, s. 293. (s. 293-295) 4 Kenan Hulusi Koray’dan Hikâyeler, Haz. İnci Enginün, KTB Yayınları, Ankara 1983, s. 202. 5 Mehmet Behçet Yazar, “Kenan Hulusi”, Edebiyatçılar Âlemi -Edebiyatımızın Unutulan Simaları-, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara 1999, s. 179. 6 Kenan Hulusi’nin hayata ve eserleri için bkz. (Onur Akbaş, Kenan Hulusi Koray’ın Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir İnceleme (Doktora Tezi), ESOGÜ SBE, Eskişehir 2020, 202 s.) 7 Varlık, Sayı: 240, 1 Temmuz 1943. 8 Yusuf Ziya (Ortaç), Akisler: Antoloji, Vakit, Sayı: 5101, 22 Mart 1932, s. 1. SonDakika haberleri net
KENAN HULUSİ’DEN BİR ADAPAZARI HİKÂYESİ Edebiyat tarihinin hak ettiği değeri görememiş topluluklarından biri Yedi Meşaleciler ise bu yazarlar içinde en görmezden gelineni Kenan Hulusi Koray (1906-1943) olsa gerek. 1928 yılında birden parlayıp birden sönen Meşaleciler’in tek nâsiri olarak kabul edilen Koray, topluluk içinde “hikâye şairi” olarak değerlendirilir. Kafasında ve masasında yapmayı tasavvur ettiği taze hayaller, düşünceler, planlar tamamlanmayı beklerken ölüm bunların hiçbirine izin vermez ve bu güzel insan otuz yedi yaşında hayata gözlerini yumar. (“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”) Muallim Naci (43), Şehabettin Süleyman (36), Ömer Seyfettin (36), Orhan Veli (36), Sabahattin Ali (36), Oğuz Atay (43), Cahit Sıtkı (46) gibi birçok yazar genç ölüler kafilesinde yerini alırken, hatta Son zamanlarda yirmi dört yaşında veremden ölen Muzaffer Tayyip Uslu’nun (yirmi iki yaşında ölen arkadaşı Rüştü Onur’un) hayatı sinemaya konu olurken, Kenan Hulusi’nin adı bu yönüyle de kimsenin aklına gelmez. Bu durumu vefasızlık kılıfına sokarak bir çırpıda geçmek istemiyorum. Bahsi, sadece birilerinin birilerine lütuf gösterip göstermemesi bağlamında ele alırsak bu vefasızlığa biz de ortak olmuş oluruz. Böylesine bir eksikliğin ortaya çıkışının birçok nedeni içinde sanatçılara, devirlere, topluluklara yanlı ve ideolojik bakış ilk sırada gelir. Bu ve benzer birçok neden sıralanabilir ama içimi en çok acıtanlardan biri edebiyat araştırmalarındaki ölçüsüzlük ve keyfiliktir. Bunlara, belli dünya görüşlerinin bayraklaştırılan kahraman yazarlarını eklersek bu can sıkıcı durum biraz daha anlaşılır hâle gelir. Meşaleciler bahsini bu kadarla da geçiştirmek istemem. Mesela Yaşar Nabi, Tanpınar’ın da ısrarla belirttiği üzere Cumhuriyet dönemi edebiyatını, kültür hayatını anlama ve anlamlandırmada anahtar şahsiyetlerden biridir. Akılda kalacak şekilde söylemek gerekirse devrinin birkaç yazarla birlikte “kara kutusu”dur. Nayır’sız Cumhuriyet dönemi çalışılamaz da anlatılamaz da. (Cevdet Kudret, Nayır’ın ölümü için yazdığı yazıda, “… O, tek başına, kendi elleriyle kurduğu yeni Türk edebiyatını bıraktı; çeşitli dillere çevrilmeye başlanan, övünülesi bir edebiyat. (1981)” der.) Odalar ve Sofalar’la Türk şiirinde devrim yapan ve psikoloji bahrinde çığır açan Sabri Esat; edebiyat tarihçiliğiyle bu alanda geçmişle gelecek arasında köprü kuran Vasfi Mahir ve Cevdet Kudret; devrinin “Yunus Emre”si olarak görülüp Ataç’a göre aynı zamanda “ermiş”i olan Ziya Osman’sız Cumhuriyet dönemi edebiyatı konuşulabilir mi, yazılabilir mi a dostlar? (İç dünyasına ayna tutan birkaç Ziya Osman cümlesini buraya alalım: “Aruz, aruz olduğu için değil, Yahya Kemal kullandığı için güzeldir. Şu hece ile yazılmış şiir, hece millî veznimiz olduğu için değil, altında Ahmet Hamdi imzasını taşıdığı için güzeldir. (1944)”) Gerçi, Cumhuriyet devrini üç beş yazara indirgerseniz niçin yazılmasın? Yazıldı da yazılıyor da. Yedi Meşaleciler bahsinde bu kadar rahat konuşmamın nedenlerinin başında Sait Faik’in yanı sıra Behçet Necatigil’in bu topluluğa hakkını teslim eden sözleri ve yaklaşımları geliyor. Necatigil’in bu topluluğa ve bu topluluğa mensup yazarlara bakışını kendi ağzından birkaç iktibasla dikkatlerinize sunmak isterim: “Ortaokulun ikinci sınıfında (1932) sevdiğim şiirleri toplamaya başlamıştım özel bir deftere. Zaman zaman karıştırdığım için, hep elimin altındadır. Gene baktım: ‘Yedi Meşale’ şairlerinden seçmeler çoğunlukta. Cevdet Kudret, Yaşar Nabi başta geliyor (ilk kitapları 1929’da çıkmıştı, hemen almıştım), sonra Ziya Osman, Sabri Esad. En geç Ziya Osman kitap çıkardı. Vasfi Mahir’le Muammer Lütfü’ye ilgi duymamışım! (1978)”1 “Onuncu sınıfta iken (Şubat 1935) şiirlerimden birkaçını bir mektupla Yaşar Nabi Bey’e gönderdim. Bana bir mektupla cevap vermek ve yolladığım üç şiirden bir tanesinin mecmuasında çıkacağını bildirmek lütfunda bulundu ve böylece Behçet Necati imzasını taşıyan ‘matbu’ ilk şiirim Varlık Dergisi’nde çıktı (Sayı 54, 1 Ekim 1935). İşte azizim, Behçet’in edebiyata girişi, Yaşar Nabi Bey’e mektupla müracaatım hariç, başka hiçbir tanışma olmadan bu şekilde başladı.”2 … Bu yazıdaki asıl konumuz olan Kenan Hulusi’nin “Otuz Kuruşa Yatak” adlı öyküsünü incelemeye geçmeden önce beni bu metin üzerinde düşünmeye, hatta bu yazıyı kaleme almaya götüren birkaç nedeni sizinle paylaşmak isterim. Diğer coğrafyalarda yaşayanlar ne anlar bilmiyorum ama Adapazarı’nda “ada” denince Adapazarı’nın şehir merkezi anlaşılır. Ortaokul birinci sınıfı okuduğum Geyve’den bindiğim minibüslerin/otobüslerin muavinlerinin “adaya” - “adaya” diye bağırmaları kulağımdan ve zihnimden hiç gitmez. Halk irfanında/idrâkinde karşılığı olan bu tür kısaltmaların toplum tarafından hem benimsenmesinin hem kolayca anlaşılmasının dil kullanımı açısından mühim olduğunu düşünüyorum. Bu kısaltma, hayalî değil, coğrafî ve gerçekçidir. Tıpkı kadim İstanbul’un sur içinden oluşması gibi, Adapazarı’nın ilk hâli de adadır. (Eski adı “Ada Karyesi”/”Adaköy”.) Hem Sakarya Nehri ile Çark Deresi arasında kalan hem de halkın kayıklarla geçmek zorunda oldukları üzerinde “Pazar” kurulan ada. Çocukluğumda ve gençliğimde Adapazarı şehir merkezinde cumartesi ve salı günleri pazar kurulur, bütün kasaba halkı buraya akın ederdi. Katlı pazar yeri yapıldıktan sonra pazar kurulan yerler kenar mahallere doğru kaymaya başladığı gibi işin içine bir de çarşamba pazarı girdi. Köyde bakkalımız olunca, ortaokulun geri kalan kısmı ile liseyi Adapazarı’nda okuyunca rahmetli babam hemen her hafta okul çıkışı çarşıdan alıp köye getirmem için bana siparişler verirdi. Uzunçarşı’dan “Gülsevenler”den helva, “Koşucuoğulları”ndan sucuk, “Kemal Çankaya”dan peynir, “Zeki Çankaya”dan zaman zaman peynir, zeytin vb. malları alıp bunları çoğu kez otobüs durağına kadar sırtımda taşırdım. Olur ya, okul arkadaşlarımdan biri görür diye yolu uzatma pahasına ara sokaklardan yürürdüm. Zaman zaman Kemal ve Zeki abiler satın aldıklarımı durağa kadar bırakırlardı ki, böyle durumlarda onlara nasıl teşekkür edeceğimi bilemezdim. Ne kadar iyi insanlardı, Kemal Çankaya’nın kalın gözlüğünü hiç unutmadım. Bir de kendilerinden alışveriş yaptığımız ve bir zamandan sonra satın alacağımız malları ayağımıza kadar getiren “Ermişler” vardı. Bu baba dostlarının ölenlerine rahmet, yaşayanlarına saygılarımı gönderiyorum. Rahmetli babam bireysel hayatında olduğu gibi mal alımlarında da titizdi, alışveriş yapacağı esnafları dost seçer gibi seçerdi. Öğrenci dostları lokantacı Sami abi ile şu anda adını hatırlayamadığım Şerefiye Camiinin altındaki lokantayı nasıl unuturum. Tümen’den aldığımız ayaküstü atıştırdığımız lahmacunlar vardı bir de. Tek tük otellerin yanı sıra Serdivan’da kurulan hayvan pazarı, şehir merkezindeki kömür pazarı, soğan pazarı, pirinç pazarı, Yenicami’deki ekmek fırınları ve bu semtin sonunda Erenler’deki patates hali… uzayıp gider bu liste. … Vakit Gazetesi’nde yayımlanan (18 Mart 1942) “Otuz Kuruşa Yatak” adlı öykü, ne yalan söyleyeyim, beni çocukluk ve gençlik yıllarıma götürdü. Hele girişine bayıldım: “Bir salı günüydü. Sonbahardı. Galiba ikinciteşrindi. İstasyona pancar götüren arabalardan Ada’nın arka sokakları geçilmiyordu. Yerliler Adapazarı’na böyle diyor. En kısa bir ifade ile: -Ada! Eğer gezinti mevsiminden başka aylarsa, bilhassa salı günleri Ada kalabalık oluyor. O gün pazar kuruluyor. Zengin veya fakir bir halkı aynı bir çatı altında, otelde veya lokantada görebiliyorsunuz. Hiç değilse fakirler otele başvuruyor, patates ve pancar tüccarları da lokantada içiyorlar.”3 Koray, devam eder öyküye ve kasım aylarının Ada’da nispeten yağışlı geçtiğini söyler tıpkı Nahit Sırrı ve Sait Faik gibi. “Fakat bu yağmur hiç de garip yağmurlardan değildir. Hava saatlerce evvel kapanır; yani size bir nevi haber ve işaret verir.” (s. 293) Alışılmışın aksine bu sefer, hem de pazarın kurulduğu gün öğleden sonra birdenbire yağmur bastırır. Pancar arabaları çamura girer, alışverişi bitirdikten sonra Çaybaşı veya Horozlar’a gidecek köylüler elleri böğründe kalırlar. (Çaybaşı’nı biliyorum, Horozlar’ı Koray’dan öğrendim.) Bir anda başlayıp herkesi şaşkına çeviren yağmur bir kısım misafirle birkaç “Ada”lıyı adeta rehin alır: “Saat dokuz buçuktu. Mavi kâğıt perdeli Belediye lokantasının müşterileri dağılmıştı. Yalnız ortadaki büyük masalardan biri işliyordu. Yuvarlak bir masaydı. Etrafında Bolu ve Düzce’den iki tüccarla, Ada’dan iki müteahhit, bir muallim!” (s. 293) Eskiden Adapazarı’nda içki içilen yerlerin camları genelde perdeli olurdu veya kâğıtla kapatılırdı. Masada iki tüccarla iki müteahhidin bulunması okura makul görünüyor fakat bunlara eşlik eden muallimin niçin masada oturduğu ve orada bulunduğu pek anlaşılmıyor. Yazar, yüksek perdeden yapılan konuşmaların suskun simasını oraya niçin oturtmuş olabilir, bilinmiyor. Arada bir şeyler atıştırıyor ama hikâyenin sonuna kadar mütemadiyen susuyor muallim. Hikâyenin sonunda bir kere konuşuyor ve o noktaya kadar biriken gerilimi, insanlık ve merhametten yana bitiriyor. Yuvarlak masada biralar içilirken, müteahhitlerden biri bir validen, fiyat meselelerinden bahis açarken çok da beklenmeyen bir şey olur, lokantanın kapısı yavaşça açılır, içeriye “çarıklı, poturlu bir çoban” girer. Yan taraftaki kahveden gönderilen çoban yazı masasında oturan “otel kâtibi”ni bulur. (Bu otel Sait Faik’in “Meserret Oteli”nde uzun uzun anlattığı otellerden, bu kahve onların altındaki kahvelerden biri olabilir.) Yazı masasına yaklaşan çoban, kasabada birden bire bozan havanın, yağan yağmurun mağdurlarındandır, otelde kalmak istemektedir ve bu nedenle bir gecelik oda fiyatını öğrenmek istemektedir. Kendisine söylenen fiyatı, “Otuz kuruşa? Yatak?” şeklinde duyulabilecek bir sesle bir kere daha tekrar eder ki bu durum fiyatın yüksek bulunduğuna işarettir. Ortadaki masada oturan ve bu konuşmayı duyan tuzu kuru müşterilerden biri (tüccar olanı) çobanın aksine fiyatı ucuz bulur. Tüccarın tepeden bakan bu tavrından rahatsız olan çoban “İyi hemşerim ama, bende on yedi buçuk kuruş var.” der. Sadece sözle yetinmeyip -biraz da orada bulunanları inandırmak ve merhamete getirmek için olacak- çıkınındaki parayı çıkarıp saymaya başlar. Koray, bu sahnede, orada bulunan tüccar veya müteahhitlerden birinin devreye girip çobana yardım edebilecekleri hissini okura geçirir ama onlar meselenin bu yönüyle hemen hemen hiç ilgilenmezler. Patatesten, pirinçten kazandıkları yüksek miktarda kazançlarla birbirlerine çaka satarlarken “otel kâtibi” kenarda bekleyen çobana çıkışıverir ve belki de konuşmayı bilinçli olarak gererek oradakilerden birinin aradaki farkı kapatmalarına kapı aralamak ister. Bakar ki hiç biri çobana destekten yana oralı değil, o da kendince gerekeni yapar “Eh, ne yapalım, dışarıda yatıver.” der. Bu cevap da kahvehanedekilere, üst perdeden yapılan “konuya niçin bu kadar duyarsızsınız” göndermesi olarak okunabilir. Mevsim sonbahardır, aylardan kasımdır, gündüz saat ikiden beri gök delinmiş gibi yağmur yağmaktadır, hava kararmıştır, hayat durmuştur, otelde kalmaktan başka yapılabilecek bir şey yoktur, çobanın da defalarca şansını denemekten, kalmak için ısrar etmekten başka yapabileceği bir şey görünmemektedir. O da öyle yapar ve bir kere daha şansını dener, gözleriyle havayı işaret eder. Otelci yine alttan almaz “Anladık, anladık! Otuz kuruşun varsa yatarsın, yoksa haydi bakalım, marş!” der. Çaresizliğin son haddini yaşayan çobanın gözleri tekrar ortadaki masaya kayar ve “On iki buçuk kuruş, on iki buçuk!” diye tekrarlar. Lokantada, sanki bütün bunlar yaşanmıyormuş, konuşulmuyormuş gibi bu sefer müteahhitler kazandıklarını yarıştırmaya başlarlar. Onlar pancardan kazandıklarını parayı konuşurken, otelde kalma umudunu tamamen yitiren çoban kahvehanenin kapısına doğru yürür, kapıyı açıp tam dışarıya adımını atacağı sırada beklenmeyen bir şey olur, o ana kadar ağzını açmayan muallim “otel kâtibi”ne döner ve şöyle der: -Hışt, Süleyman Bey, Süleyman Bey! On iki buçuk kuruşu ben veriyorum. Çağır şunu! Muallimin bu davranışı da masada oturanları kendine getiremez, onlar hâlâ kazandıkları paralarla birbirlerine hava atmaya devam ederler. Ve öykü onlardan birinin, anlayıştan ve merhametten uzak bir cümlesinin havada asılı kalmasıyla biter: -Sefalet, fakat otuz kuruşa da bir yatak? Çok ucuz ha! … Öykünün bu cümleyle bitişinden sonra Koray, okura adeta/peş peşe sorular sordurtur: “Neye göre ucuz, kime göre ucuz?” “Madem bu kadar ucuz, otel ücretini denkleştiremeyen fakir ve çaresiz birine niçin çıkarıp on iki buçuk kuruş veremiyorsunuz?” Burada bitmiyor okurun zihninden geçenler: “Paranız olabilir, ama anlayışınız kıt ve merhametiniz yok!” “Zenginlik ve para empati yapabilme gücünüzü yok etmiş!” … Koray’ın öykülerinden birinde rastladığımız küçük bir ayrıntıyla yazıyı toparlamaya çalışalım. Hasan Basri Çantay, İstiklâl Marşı’nın yazılması sürecini ve bu sürece kendisinin katkısını anlatırken bahis döner dolaşır meclisteki oturuma gelir ve içinde bulundukları gürültülü ortamda müzakereler tamamlanır tamamlanmaz Mehmet Âkif’in derin bir uykudan uyanırcasına yaşadığı değişimi, silkinmeyi tasvir etmek için “değirmenci uykusu” ifadesini kullanır: “Böyle gürültü içinde dalışa Âkif Bey ‘değirmenci uykusu’ derdi. Çünkü değirmenci; uykusundan ancak gürültü kesilince uyanır!” Mehmet Akif’te rastlayıp daha sonra kendisiyle ilgili yazı yazdığım bu “değirmenci uykusu” bahsine Kenan Hulusi’nin “Kemahlı Değirmenci” adlı öyküsünde de rastlayınca bir sevindim bir sevindim anlatamam. Âkif’in deyim olarak kullandığı bu ifadeyi Kenan Hulusi, Sabahattin Ali’nin “Değirmen”ini de akla getirir bir tarzda öyküsünde adeta somutlaştırır. Burada da Kemahlı değirmenciyi tedirgin eden değirmenden gelen sesin kesilivermesidir: “Değirmene geldiğim bu ilk gece bakın ne oldu: Saat dokuz on sularına doğru, değirmenin birden bire sesi kesildi. Bilhassa değirmenin civarında uyuyanlar için bu garip bir eksikliktir. Değirmenin sesi, çok kereler, ağaç dallarında bir yapraktan ötekine atlayarak eğlenen kuş seslerine karışır ve imkânı yok, bu sesin hudutları içine girer girmez, kulaklarınızı ayırdığınız takdirde bir uzvunuzun eksildiğini duyarsınız.”4 Bu örnek, hikâyelerinde köylüden yana tavır koymaktan imtina etmeyen Koray’ın bu insanların dünyasını da bildiğini göstermesi bakımından çarpıcıdır. … Kenan Hulusi’nin dikkatimi çeken birkaç yönünü burada kısaca belirtmek isterim. İstanbul’da Çarşamba semtinde doğması, Balkanlar’dan (Bulgaristan) göç eden bir aileye mensup olması, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra (1928) devam ettiği İstanbul Darülfünûn’u “Edebiyat Şubesi”ne kaydolması fakat ailevî nedenlerle burayı bitirememesi ilk aklıma gelenlerden. (Eğitimine devam ederken, aynı zamanda İstanbul’da “Türk Tarih Encümeni” kütüphanesinde memur olarak çalışması okulunu bitirememesinde etkili olmuş olabilir.)5 Kendisini yere göğe sığdıramayan Sait Faik de üniversiteyi (hatta edebiyat bölümünü) bitiremez ve enteresandır ki Yedi Meşaleciler’e ayrı bir muhabbeti olan Necatigil gibi Koray da üvey anne eline düşer. Evine ve çalışma odasına olan düşkünlüğü de akla Necatigil’i getirir. Sevdiklerimizin kaderi bize de geçer mi, etki eder mi bilemedim. Adının Vakit Gazetesi ile özdeşleşmesi de üzerinde durulmayı hak eden bir ayrıntıdır. (Burada “Vakitçiler”e ve dolayısıyla toplumcu gerçekçilikle köye dönüşe gönderme yapıyoruz.) Tanzimat’tan bugüne birçok edebiyatçının yolu bir şekilde gazete ve dergilere düşmüştür ki bunda hayatın normal akışına ters bir durum yoktur. Bir de Adapazarı’nda askerlik yaparken terhisine yirmi bir gün kala tifüsten hayatını kaybetmesi var ki ayrı bir dikkati hak eder. (Eşi Emine Besime Hanım “tifüs”ten değil “lösemi”den öldüğünü söyler ama sonu ölüm olduktan sonra hastalık seçmenin çok da bir anlamı yok diye düşünüyorum.)6 Genç yaşta Adapazarı’nda hayata gözlerini yumup ebediyeti burada teneffüs eden bu güzel insana rahmet dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Yazdıklarında yaşadığı bu son beldeden de gerçekçi bir dille bahseden Koray’a vefa borcumuz var, bunun farkındayım. Aziz dostu Ziya Osman’ın ölümünden sonra yazdığı yazıdan birkaç kırpıntı yapıp eskilerin dostlarını onların arkalarından yazdıklarıyla da uğurladıklarını göstermek isterim: “Gazetelerin Hulûsi’nin ölümünü haber verdikleri 25 Mayıs salıdan önceki pazar günü akşamı, belki de Hulûsi’nin tam son nefesini verdiği dakikalarda, kendi kendime otururken bilmem nasıl bir tedai ile aklım ceket ceplerine yerleştirilen ve bir zamanlar moda olan mendillere gitmişti. Oradan gayri ihtiyarî Hulûsi’yi hatırlamış, henüz Üniversite’nin esas binasında bulunmakta olan Edebiyat Fakültesi’nin geniş, şarkkâri divanhanelerinde mütebessim dolaşmakta olan edebiyat talebesi ve Yedi Meşale’nin yegâne nâsiri Kenan Hulûsi’yi görür gibi olmuştum. O da ceketinin sol üst cebinde bu süslü, kâh beyaz, kâh renkli mendillerden taşımaya ne kadar meraklı idi! Onları, boyunbağı değiştirir gibi, ne kadar sık değiştirirdi! Herhalde bu mendillerden kendisinde bir koleksiyon vardı. Bizlere ara sıra, Beyoğlu’nun filânca mağazasının camekânında gördüğü çok güzel bir mendilden bahseder, fakat çok pahalı olduğundan alamadığını ilâve ederdi. Aklı günlerce o mendile takılır, nihayet aldıktan sonra rahatlardı. Onu Oscar Wilde’a benzetirdim. Gençlik çağlarının nesrinde de Oscar Wilde’ı hatırlatan bir tarafı vardı. Süslü, renkli, hayalli bir nesri. Belki de Oscar Wilde, ceket yakasının iliğinde, mevsimine göre değişen bir çiçek taşımış olduğu için onun da ceketinin cebinde bir mendil, kokusuz bir çiçek gibi açılırdı. … ‘Bir Çaycı Dükkânında’yı yazan Kenan Hulûsi’yi hatırlıyorum. Bu nesrini, o senelerde bilhassa Muhit’te çıkan nesirlerini ne kadar severdim. Çaycı çay bardaklarını ne kadar itina ile ne kadar temiz yıkardı! Ve Hulûsi, çaycı çay bardaklarını yıkarken çıkan gıcırtıdan, dışarıda, kaldırımları örten karlara yeni alınmış lastikleri ile basarak bir adam geçiyor zannederdi. … Dostum Cahit Sıtkı, yeni aldığım mektubunda Kenan Hulûsi’nin ölümüne yanarken şöyle yazıyor: ‘Adresi mezarlık olan dostlar sayısının çoğalmamasını Cenab-ı Hak’tan niyaz edelim.’”7 Ek: Akisler: Antoloji8 Usuldendir: Yükselmek için sinek kanatlarından bile mahrum olanlar, eski şöhretleri merdiven yapmak isterler. Ali Canip’in, mektepler için hazırladığı antolojiye (Türk Edebiyatı Antolojisi, 1931) giremeyen Kenan Hulûsi Bey isminde bir genç de bu usule müracaat etmiş: Yirmi senedir yazılan eserleri beğenmiyor! Antoloji maalesef bir mezarlıktır. İtiraf edelim ki, oraya girmiş olmaktan, dışarıda kalan âcizlerin kıskandıkları kadar mesut değiliz. Zira, antolojiye, ancak tekâmülünü bitirmiş bir edebiyatın tanıttığı isimler girebilir! Fakat Kenan Hulûsi Bey beyhude hayıflanmasın. O, yalnız bu antolojiye değil, hiçbir antolojiye giremeyecektir. O, eski Mısır’ın, mezarsız kalmış bedbaht ruhları gibi tüneksiz kalacaktır. Biz, hiçbir şey yapmadıksa, lisanı birçok molozlardan temizleyerek zahmetsizce yürünebilecek düz ve muntazam bir yol hâline getirdik. Fakat, edebiyata reklam gürültüsüyle girip bir hafta sonra unutulmak marifetinden başka hüner gösteremeyen Kenan Hulûsi Bey ve emsali, bizim açtığımız asfalt yol üzerinde bile yürümesini beceremediler! Elinde kalem, bir kötürümün koltuk değneğine dönen bu zata haber verelim: Kendisine, şöhret âleminde, zahmetsizce oturup keyif sürecekleri bir koltuk gösteremeyeceğiz… Ne yapalım? Edebiyatın darülâcezesi yok! Yusuf Ziya (1895-1967) 1 Behçet Necatigil, “Yedi Meşalecileri Anarken”, Düz Yazılar I, YKY, İstanbul 1999, s. 160. 2 Behçet Necatigil, “‘Küçük Muharrir’den ‘Büyük Şair’e…” (1 Ağustos 1948’te Fahir Onger’le Yapılan Konuşmadır), Düz Yazılar II, YKY, İstanbul 1999, s. 14-15. 3 Kenan Hulusi Koray’dan Hikâyeler, Haz. İnci Enginün, KTB Yayınları, Ankara 1983, s. 293. (s. 293-295) 4 Kenan Hulusi Koray’dan Hikâyeler, Haz. İnci Enginün, KTB Yayınları, Ankara 1983, s. 202. 5 Mehmet Behçet Yazar, “Kenan Hulusi”, Edebiyatçılar Âlemi -Edebiyatımızın Unutulan Simaları-, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara 1999, s. 179. 6 Kenan Hulusi’nin hayata ve eserleri için bkz. (Onur Akbaş, Kenan Hulusi Koray’ın Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir İnceleme (Doktora Tezi), ESOGÜ SBE, Eskişehir 2020, 202 s.) 7 Varlık, Sayı: 240, 1 Temmuz 1943. 8 Yusuf Ziya (Ortaç), Akisler: Antoloji, Vakit, Sayı: 5101, 22 Mart 1932, s. 1. SonDakika haberleri net