Son dakika haberleri net
Giriş Ülkemizde değişik çevrelerce zaman zaman Atatürk’e yönelik bazı iddiaların gündeme getirildiği bilinmektedir. Çoğu zaman düzeysiz saldırı şeklinde olan bu iddiaların amacı, tahmin edilebileceği gibi, milletimizin ortak paydası haline gelmiş olan Atatürk sevgisini ortadan kaldırabilmek ve belki daha da önemlisi, onun önderliğinde kurulan milli, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel esaslarını tartışmaya açarak ortadan kaldırmaktır. Yapılan yayınlara ve propagandalara bakılırsa, Atatürk’e yönelen bu saldırıların, onun düşüncelerinden ve yaptığı işlerden çok; soyu, ailesi, aile efradı, kişiliği ve yaşantısına dönük olduğu görülür. Akademik veya entelektüel bakımlardan çok “basit” ve “saçma” olarak nitelendirilebilecek olan bu iddia ve saldırı konularının, üzerinde durulması ve o konularla ilgili doğruların insanlarımıza anlatılması büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü bu konuda iddiaları ortaya atanlar kendileri açısından ustaca bir yöntem izlemekte ve sistemli bir çalışma yürütmektedirler. Özellikle, kültür düzeyi düşük olan kesimlerde yoğunlaştırılan bu propaganda ile insanımızın beyninde ve kalbinde büyük bir sevgi ve yer kazanmış bulunan Atatürk ve “köklü Atatürk imajı”; o insanlarımızın önemsediği değerler bakımından zedelenmeye, yıkılmaya çalışılmaktadır. Bu çevreler tarafından, milli ve manevi değerlere bağlı olan, namus anlayışına önem veren insanlarımızın önüne, burada yazarken bile zorlandığımız, “soyu, sopu belli olmayan, dinsiz, inançsız, ahlaksız, kişilik zafiyetlerine duçar olmuş, ayyaş, diktatör”(!) bir Atatürk imajı konulmaktadır. Bu çevrelere ve kişilere karşı şüphesiz, yasal çerçevede mücadele yapılmalıdır ve yapılmaktadır. Fakat bunun yeterli olacağını zannetmek büyük bir hatadır. “Bilimsel” ve “popüler” düzeyde doğrular ve “doğru Atatürk imajı” basın, yayın ve medya yoluyla insanlarımıza anlatılmalıdır. Bugün için “ben Atatürkçüyüm” diyen her Türk aydınına ve devletimizin konuyla ilgili kurumlarına bu konuda çok önemli görevler düştüğü bilinmelidir. Atatürk’ü Türk milletinin gönlünde ve kafasında küçük düşürmek amacıyla bu çevrelerin ortaya attığı iddialardan birisi de, “devletin rakı sofrasında kurulduğu” (!) iddiasıdır. Şüphesizdir ki, bu iddianın da diğer iddialar gibi hiçbir aslı esası yoktur. Anlaşılacağı gibi, devletimizin kuruluşunun temelinde “irade-i milliyenin istinatgâhı” olan Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Görüleceği üzere, devletimizi kuran Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve yapısı bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumundaki “milli ve manevi değerler sistemini” ve milletimizin bütün yokluklara karşın “var oluş iradesini” açıkça ortaya koymaktadır. Devleti Kuran Meclisin Açılış Hazırlıkları 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletlerince resmen işgal edilmesi ile Osmanlı Devleti bilinen sona doğru hızla yaklaşmaya başlamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine göre daha 1 Kasım 1918’de başlayan fiili işgaller, 16 Mart’ta “payitaht”ın resmen işgaliyle Türk milletinin tarihinde yeni bir sayfa açıyordu. Bu işgalden sonra Osmanlı Parlamentosu’nun özgürce çalışma ortamı kalmamıştı. Bunu gören milletvekilleri, 18 Mart 1920’de “mebusluk vazifesinin yapılmasında emniyet verici bir halin gelmesine kadar” meclis çalışmalarının durdurulmasını kararlaştırdılar. Onların bu kararını, Padişah Vahdettin’in Meclis-i Mebusan’ı kapattığını belirten 11 Nisan 1920 tarihli “irade-i seniyesi” izledi. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçtiği 19 Mayıs 1919’dan sonra yaklaşık bir yıllık dönemde liderlik yolunda önemli mesafeler aldığı gibi; milletin bu işgallere karşı örgütlenmesi ve kurtuluş iradesini ortaya koyması bakımından da büyük işler başarmıştı. İşgalden bir gün sonra 17 Mart 1920’de ordu komutanlarına bir genelge göndererek Ankara’da bir “Meclis-i Müessisan” (Kurucu Meclis)ın açılacağını duyurdu. Seçim şartlarını bildirdi. Buradaki “kurucu meclis” sözüne biraz itirazlar gelince, 19 Mart tarihli yeni bir genelge yayınlayarak durumu ve amacı şöyle ortaya koydu: “İtilaf Devletleri tarafından devlet merkezinin bile resmen işgali, devletin yasama, yargı ve yürütmeden ibaret olan milli güçlerini işlemez duruma sokmuş ve bu durum karşısında görev yapmaya imkân bulunamadığını hükümete resmen bildirerek Meclis-i Mebusan dağılmıştır. Şu halde, devlet merkezinin korunmasını, milletin bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak tedbirleri düşünmek ve uygulamak üzere, millet tarafından olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin (selahiyet-i fevkaladeyi haiz bir meclisin), Ankara’da toplantıya çağrılması ve dağılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zaruri görülmüştür...” Ankara’da bulunan milletvekilleri ile 11 Nisan 1920’de yapılan görüşmeler sonunda meclisin, 22 Nisan Perşembe günü açılması kararlaştırılmıştı. Fakat sonra bu karardan vazgeçilerek 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasının halk üzerinde önemli bir etki yapacağı düşünülmüş ve açılış Cuma gününe ertelenmiştir. Bu değişikliğin milli ve manevi sebeplerini Yunus Nadi şöyle açıklamıştır: “Hasımlarımız bizi mağlup edebilmek için müracaat ettikleri muhtelif silahlar içinde eczümle, dine ve şeriata dahi istinat ediyorlar ve bizi şer’an asi ilan etmek hususunda çok ileri gidiyorlardı. Meşihat-ı İslamiye makamının fetvaları hep bu esas ve maksatla tertip edilmişti. Halife beyannameleri de hep bu esas ve maksada istinat ediyordu. Damat Ferit bu yoldan yürüyordu. Hâlbuki Ankara’da vatan ve milletin halas ve istiklâli gayesi etrafında toplanan zevat din ve imandan tecerrüt etmiş kimseler değildi. Onların içinde hakiki din âlimleri de bulunduktan başka, milletin halas ve istiklâlinde elbette din ve şeriatın dahi ağyarın ayakları altında zelil ve perişan edilmekten kurtarılması hususu da vardı. Dine hizmet ve riayet bahsinde dahi en büyük hürmet mevkii elbette Ankara’da toplanan fedakârlar tarafında idi. İngilizler Yunanlıların lehine milleti boğmağa, parçalatmağa, mahvetmeye alet olanların dini ağızlarına almaları bile dünyanın en sefil alçaklığı idi. Hakikat bu merkezde iken İstanbul’un olanca nedameti ile Ankara aleyhine milletin mukaddesatını tahrik vesilesi yapmasına karşı, Ankara’nın dahi layık ve lazım olduğu vechile mukabele etmesi zarureti hâsıl olmuştur. Bu cümleden olarak meclisin küşadı günü Perşembeden Cumaya” ertelenmiştir.” Ankara’ya gelebilen milletvekilleriyle birlikte meclisin 23 Nisan Cuma günü açılmasına karar verildikten sonra bu karar, “Kolordulara (14 ncü Kolordu Komutan Vekilliğine), 61 nci Tümen Komutanlığına, Refet Beyefendi’ye, Bütün Valiliklere, Bağımsız Sancaklara, Müdafaa-i Hukuk Merkez Heyetlerine, Belediye Başkanlıklarına” “çok ivedi” kaydıyla, “Heyet-i Temsiliye Adına Mustafa Kemal” imzasıyla 21 Nisan 1920 tarihinde şu telgrafla bildirilmiştir: “Tanrının lütfuyla Nisanın 23’üncü Cuma günü, Cuma namazından sonra, Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. Vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cumaya rastlatmakla, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Veli Camii Şerifinde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın ve namazın nurundan da feyz alınacaktır. Namazdan sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir. Meclise girmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde Cami-i Şerif’ten başlayarak Meclis binasına kadar Kolordu Komutanlığı’nca askeri birliklerle özel tören düzeni alınacaktır. Açılış gününün kutsallığını belirtmek için bu günden başlayarak vilayet merkezinde, Vali Beyefendi Hazretlerinin düzenleyeceği şekilde, hatim indirilmeye ve Buhari-i Şerif okunmaya başlanacak ve Hatm-i Şerif’in Son kısımları uğur getirsin diye Cuma namazından sonra Meclisin toplanacağı yerin önünde tamamlanacaktır. Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde bu günden itibaren aynı şekilde Hatm-i Şerifler indirilmesine ve Buhari-i Şerif okunmasına başlanarak, Cuma günü ezandan önce minarelerde sala verilecek, hutbe okunurken, Halifemiz, Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin mübarek adları anılırken, Padişah Efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları ve saadete kavuşmaları için ayrıca dua okunacak ve Cuma namazının kılınmasından sonra da Hatim tamamlanarak yüce Hilafet ve Saltanat makamı ile bütün vatan topraklarının kurtuluşu için girişilen Milli Mücadele’nin önemini ve kutsallığını, milletin her bir ferdinin, kendi vekillerinden meydana gelmiş olan bu Büyük Millet Meclisi’nin vereceği vatani görevleri yapmaya mecbur olduğunu anlatan vaazlar verilecektir. Daha sonra, Halife ve Padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, selameti ve istiklali için dua edilecektir. Bu dini ve vatani merasim yapıldıktan ve camilerden çıkıldıktan sonra, Osmanlı vilayetlerinin her tarafında, hükümet konağına gelinerek Meclis’in açılmasından dolayı resmi tebrikler yapılacaktır. Her tarafta Cuma namazından önce uygun şekilde Mevlid-i Şerif okunacaktır. Bu tebliğin hemen yayınlanarak her tarafa ulaştırılabilmesi için her vasıtaya başvurulacak, süratle en ücra köylere, en küçük askeri birliklere, memleketin bütün teşkilat ve kuruluşlarına ulaştırılması sağlanacaktır. Ayrıca, büyük levhalar halinde her tarafa asılacak ve mümkün olan yerlerde bastırılıp çoğaltılarak parasız dağıtılacaktır. Yüce Tanrı’dan tam bir başarıya ulaştırması niyaz olunur.” İlk Meclis’in Binası Meclis’in toplanma yeri olarak, çeşitli binalar gezildikten sonra, II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti Kulübü olarak yapılmış, tek katlı, uzunca bir koridorla, bu koridorun iki yanında birer salonla beş büyük ve üç küçük odadan meydana gelen ve o zaman henüz yapımı tamamlanmamış bina tespit edilmiştir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi binası olarak seçilen bu bina, Enver Paşa’nın isteği üzerine 1915 yılında “Numune Mektebi” veya “Fırka Kulübü” olarak planlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik darlık sebebiyle bina bitirilememişti. Mondros Mütarekesi sonrasında işgaller başlayınca küçük bir Fransız birliği bu binaya yerleşmişti. Başlarında Fransız İşgal Kumandanlarından Kurmay Yüzbaşı Buazo bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ilk defa geldiğinde Dikmen’de karşılandıktan sonra, Hacıbayram Camii ve Vilayet binasına giderken, bu binada Fransız bayrakları asılı idi ve yanda Millet Bahçesi’ndeki barakalarda kalan Fransız askerleri yüksek bir duvarın üstünde oturuyorlardı. Aynı günlerde İstasyonda da başlarında Yüzbaşı Vitol’ün komutasında bir İngiliz birliği bulunuyordu. Bu yabancı askerlerin bir kısmı Atatürk’ün Ankara’ya gelişinden az sonra, yani 1919 yılının son günlerinde, bir kısmı da 22 Mart 1920 tarihinde Ankara’yı terk ettiler. Meclis’in açılması kararlaştırıldıktan sonra boşalmış bulunan bu bina Meclis binası olarak seçildi. Yarım kalan işlerinin tamamlanması görevi, İttihat ve Terakki Partisi’nin temsilciliğini de yapmış olan Necati Bey’e verildi. Necati Bey’in çabaları ve Ankara halkının olağanüstü katkı ve fedakârlıklarıyla binanın eksiklikleri giderildi. Bina bir koridorla iki yana sıralanmış irili ufaklı odalardan oluşuyordu. Devrin tüm özelliklerini yansıtan bu binanın cephelerinde Ankara taşı kullanılmıştır. Ön cephedeki üçlü ikili kemerler ise ahşap konsollara oturmuş geniş saçaklar ve ön cephedeki iki balkon binanın özelliklerini yansıtır. İlk Meclisin açılacağı bu binanın en önemli eksikliği, çatısının kiremitlerinin yeterli olmaması idi. E. Behnan Şapolyo’nun anlatımına göre; “...O zamanlar Ulucanlar’da bir ilk mektep yapılıyordu. Bu bina için Marsillya kiremitleri getirilmişti. Bu kiremitler alınarak Meclis’in orta kısmına yerleştirildi... Fakat yan taraflar açık kaldı. Kiremitlerin eksik kaldığını gören halk, evlerine koşarak damlarından kiremitlerini söktüler, kucak kucak yeni kurulacak devletin, yeni binasını ikmal ettiler. Bu görülecek bir tablo idi. Kadınlar, çocuklar, aksakallı ihtiyarlar kucaklarında kiremit taşıyorlardı. Bu suretli binanın eksiklikleri tamamlandı...” İlk Meclis’in açıldığında otuz civarındaki memurlarından birisi olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, binanın bölümlerini anılarında şöyle anlatmaktadır: “...Müdür ve memurların toplamı 23 Nisan 1920’de 30 kişi kadardı... Bütün memurlar -Başkâtip Recep Bey (Peker) müstesna olmak üzere- önceleri tek bir odada otururduk. Birkaç ay sonra memur kadrosu genişletildiğinde, iki odaya ayrıldık. Recep Bey’in odası bizim odanın karşısındaki küçük odaydı. Kendisi orada tek başına otururdu. Bu odaların bulunduğu koridordan Meclis’in toplantı salonuna girilirdi. Bu salon, tablası kuzeye ve ayağı güneye bakan (T) biçiminde olup tabla kısmının iki yanında tahta merdivenlerle çıkılan ve ahşap direklere oturan dar ve uzun balkonlar biçiminde birer loca vardı. Bunlar, dinleyici localarıydı. Meclis toplantılarını, gazeteciler de buradan izlerdi. Toplantı salonunun geniş kısmının orta gerisinde, duvara yaslanmış birkaç basamakla çıkılan başkanlık kürsüsü ve hemen önünde biraz daha alçakta hitabet (konuşma) kürsüsü, onun önündeki yerde ise tutanak kâtiplerinin oturduğu sıra ve sandalyeler vardı. Bilgilerinize sunmayı yerinde buluyorum...” “Milletvekilleri sıraları, yer darlığı yüzünden, kürsünün hemen dibine yakın bir yerden başlayarak geriye ve yanlara doğru dizilmiş, aralarında ancak bir insanın geçebileceği dar geçitler bırakılmıştı. Söz alan milletvekilleri konuşma kürsüsüne, bu geçitlerden adeta sıyrılırcasına geçerek ulaşırlardı. Toplantı salonunun, Ulus Meydanı tarafındaki koridorun iki yanındaki odalar, bizim kalemin bulunduğu bölümün benzeri idi; çünkü bina simetrik yapılmıştı. O tarafın büyük giriş kapısından Reis Paşa, Başkanlık Divanı üyeleri ve milletvekilleri işlerdi. Bu kapıdan girilince soldaki ilk oda Reis Paşa odasıydı. Onun yanındaki oda Encümen (komisyonlar) odası olarak kullanılırdı. Reis Paşa, önemli toplantıları da bu odada yapardı. Karşılarındaki küçük odalarda ise yaverler ve özel kalem bulunurdu. Bu küçük odalardan biri de mescit olarak kullanılırdı. Binanın önünde, istasyona inen caddede yapılan geçit resimleri, bu yöndeki iki balkondan seyredilirdi...” Binada başlangıçta elektrik tesisatı yoktu. Bir kahveden alınan kenarları avizeli petrol (gaz) lambası tavanın ortasına asılmıştı. Daha sonraları, bir lokomotifle aydınlatılan Fresko’nun Millet Bahçesi’nden Meclis’e çekilen elektrik hattı ile aydınlanma sağlandı. Fakat gece saat 12.00 oldu mu, ışık 3 kere yanıp sönerek işaretini verirdi. Bu elektriğin kesileceği anlamına gelirdi. Küçük bir toplantı salonuna sahip olan bu Meclis’te mobilya adına Ankara Valiliği bürolarından, şuradan buradan derlenmiş kırık dökük bazı eşyalar vardı. Milletvekilleri, Ankara Öğretmen Okulu’ndan ve Ankara Sultanisi (Lisesi)’nden getirilmiş öğrenci sıralarında oturuyorlardı. Sıraların bir kısmı Öğretmen Okulu Ev İşi Dersi’nde öğrenciler tarafından yapılmıştı. Bu sıralar siyah renkli idi. Sıra İlk Meclis’e “kürsü” yapımına gelmişti. Türk milletinin haksızlığa ve işgallere karşı başkaldırışının sesi haline gelecek olan kürsünün yapımını ve kürsü etrafında oluşan bazı duygusal olayları E. B. Şapolyo şu şekilde anlatmaktadır: “... İçerde başkanlık kürsüsü yoktu. Marangozlar omuzlarında keresteler, ellerinde keserleri gelip kürsü yaptılar. Masraf parası da almadılar... Bu kürsünün üstüne Yunanlılar Bursa’ya girdiği sıralarda siyah bir örtü örtüldü. Zafer kazanılana kadar bu siyah örtü kalacaktı... Bu örtü örtüldüğü gün, pek canlı bir sahne olmuştu. Muhittin Baha gözyaşlarıyla Bursa’yı anlatıyordu. Bir aralık Namık Kemal’in şu parçasını okudu: Biz ol alihimem erbab-ı cehdi içtihadız kim girane bir devlet çıkardık bir aşiretten Bu esnada Atatürk kürsüye gelerek: ‘Milletimizin bugün mazisinde olduğundan daha çok ümit vardır. Ecdadından daha çok ümit vardır. Namık Kemal demiştir ki: Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini, Yok, mudur kurtaracak bahtı kara maderini? İşte bu kürsüden ve bu Meclis-i Ali’nin Reisi sıfatıyla ve heyet-i alinizi teşkil eden bütün azanın her biri namına ve bütün millet namına diyorum ki: Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı siyah maderini.’ Parçasını okudu. Bundan sonra da ‘siyah’ örtü konulmuştu... Zafer kazanılınca bu örtü ‘yeşil’ olacaktı... Bu zaman Türk Milletinin daima muzaffer olması için Bünyanlı Alim Hoca, her beş günde bir dua eder, bütün mebuslar ayakta göz yaşları ile duaya iştirak ederlerdi... İşte Millet Meclisi’nin kürsüsü de kurulmuştu... Kürsünün üzerine de ‘Hâkimiyet Milletindir’ levhası asıldı... Kürsünün arka duvarına ‘Müşavürühüm fi’l-emir’ yazılı bir levha asıldı. Altına da bir ‘halı’ asıldı. Bu halı sonradan Piyerloti’ye hediye edildi... Ayrıca Meclis’in duvarına Kur’an-ı Kerim’den ‘Şura Suresi’ levhası da asıldı. Tercümesi: ‘Müslümanların hayat işleri, istişareye ehil olanların arasında istişare iledir’ idi.” İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, 15 Ekim 1925 tarihine kadar bu binada çalışmalarını yapmış, daha sonra şimdi Cumhuriyet Müzesi olan İkinci Meclis binasına taşınmıştır. Bir ara ilk Meclisin bu binasına Ankara Hukuk Fakültesi taşınmış, 1952 yılına kadar da bina Cumhuriyet Halk Partisi’nin Merkez Binası olmuştur. Daha sonra Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne devredilen bina, 1961 yılında “İlk Büyük Millet Meclisi Müzesi” olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır. Bina, 1980 yılından sonra yeni bir düzenleme ile “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olmuştur. Müzede Kurtuluş Savaşı ile ilgili belgeler ve eşyalar sergilenmektedir. Müze, İlk Meclis’te de yer alan şu bölümlerden meydana gelmektedir: Riyaset Divanı (Bakanlar Kurulu) Odası, Şer’iye Encümeni Odası, Dinlenme Odası, Encümenler Odası, Toplantı (Genel Kurul) Odası, Reis Odası (Gazi Odası) . Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, bu binanın Milli Mücadele döneminde yüklendiği “misyonu” ve bu misyonla ilgili duygularını şu şekilde anlatmaktadır: “Bu binaya ‘bizim meclis binamız’ derdim; çünkü biz Meclis memurları, içinde ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmış olduğu bu binayı çok severdik. Hele ben, burasını sanki dedelerimizden yadigâr kalmış, her köşesi anılarla dolu eski bir mülk gibi ilk günden beri çok sevmiş ve benimsemiştim. İlk Meclis binasına karşı beslediğim bağlılık duygusu belki şundan doğmuştur: Türkiye tarihinin dönüm noktası olan ‘ulusal egemenlik çağının başlayışı’ ve dünya tarihinin de ‘tutsak ulusların emperyalist saldırganlara karşı başkaldırma çağının açılışı’ gibi çok büyük çaptaki devrimsel olayları, o binada kendi gözlerimle günü gününe izlemiş, onun içinde -küçük bir görevle de olsa- çalışarak o devrim çağını doğrudan doğruya yaşamıştım. Bu benim için az şey değildi. Bugün müze olan İlk Meclis binası, Milli Mücadele’nin sanki soluk alıp verdiği ‘göğüs kafesi’ idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına, her gün inanç, yüreklilik, savaş dayancı (azmi), umut ışığı oradan dağılıyordu...” Açılış Töreni 23 Nisan Cuma günü, Ankara’da sabahın erken saatlerinde evlerinden ayrılan kadın, erkek, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar, kalpaklı, sarıklı, yöresel giysili vs. bütün halk tabakalarını kapsayan insan kitleleri tören alanını doldurmaya başlamıştı. Yerli ve yabancı bütün Ankara halkı Meclis binası ile Hacı Bayram Camii arasına sıkışmaya çalışmış ise de sığmamıştır. Arsalar, evlerin çatıları insanlarla dolmuştur. Hacı Bayram Camii’nde Cuma namazını kılmaya gelenler öylesine çoğalmışlardı ki, kapılardan taşmışlar, mermer avluya dolmuşlar, mezarların üzerlerine ilişmişler, sokaklarda yer bulmaya çalışmışlardır. Yunus Nadi’nin de belirttiği gibi; “bu şerait içinde usulü dairesinde” yapılan bir ibadet olmaktan çok, milletin kendi yazgısını kendisinin çizeceği bir dayanışma günü olmuştur. Çünkü Cuma namazı kılındıktan sonra, solgun ipeklerine yıpranmış satırlarla dualar yazılmış, eski sancaklar altında “tehliller, tekbirler” getirilerek ihtiyar şeyhleri, fakir hacıları, hocaları ile Meclis binasına doğru yürüyen bu insan seli, Anadolu’da yeni bir düşünceyi karşılamaya çıkmıştı. O da, kendi gücünün üstünde hiçbir güç tanımayan ve ülkesini tam bağımsızlığa kavuşturmayı amaçlayan inkılâpçı Büyük Millet Meclisi’nin ülkenin kaderine el koyması düşüncesi ve onun hayata geçirilmesi olacaktır.” Açılış töreni, Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıdaki genelgesinde belirttiği esaslara göre icra edilmiştir: Cuma namazından sonra Kur’an-ı Kerim okundu. Kalabalık Meclis’e doğru bir insan seli halinde, tekbirler getirerek gitmeye başladı. En önde Hacı Bayram Veli’nin üzerinde ayetler yazılı sancağı ve Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi’nin başı üzerinde taşıdığı yeşil örtülü bir rahlede Kur’an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif taşınıyordu. Bir manga kadar asker de bu rahlenin iki tarafında ağır ağır ilerliyordu. Ulema, şeyhler, milletvekilleri, şehrin ileri gelen yöneticileri, yüksek rütbeli askerler ve halk onları izliyordu. Meclis’in önüne gelindiğinde kurbanlar kesildi. Bursa Mebusu Fehmi Hoca yüksek sesle Hatim Duası okuduktan sonra; Mustafa Kemal Paşa tarafından Meclis’in kapısındaki kurdeleler kesilerek içeriye girildi. İlk defa Meclis’e Yozgat Mebusu Süleyman Bey girdi. Arkadan bütün mebuslar içeri girerek sıralara oturdular. Bu zaman hoca mebuslar Meclis’te hep bir ağızdan dua ediyorlar. Buhari-i Şerif okuyorlardı. Bayraklarla süslenen kürsüye Hacıbayram Veli’nin sancağı dikildi. Kur’ân ile Sakal-ı Şerif de kürsüye konuldu. Meclis’te herkes yerini almıştı. Küçük toplantı salonunun iki yanındaki dar dinleyici locaları ve bunlara çıkan merdivenler hiç yer kalmamacasına doluydu. Başkanlık kürsüsünün önünde bulunan konuşmacı kürsüsünün hemen önünde, daha alçak bir sırada tutanak kâtipleri ve tutanak grubu şefi, yüzleri milletvekillerine ve arkaları kürsüye dönük olarak yerlerini almışlardı. O gün Meclis’te İstanbul’dan gelebilenler ve 19 Mart tarihli genelge ile olağanüstü yetkililerle seçilmiş olanlardan ancak 120 (bazı kaynaklarda 115) milletvekili toplanabilmişti. Saat 13.45 (bazı kaynaklarda 14.00)’te, en yaşlı üye (1845 doğumlu) Emekli Milli Eğitim Müdürü Sinop Mebusu Şerif (Avkan) Bey, vakarlı ve yaşına göre çok dik bir yürüyüşle ağır ağır başkanlık kürsüsüne gelerek, “milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni küşat ediyorum (açıyorum)” diyordu. Şerif Bey’den sonra söz alan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’in hangi üyelerden kurulu olacağını açıkladı. Seçim tutanaklarını inceleme komisyonlarının (Encümen) seçimi yapılarak ertesi gün toplanmak üzere oturumuna son verildi. 24 Nisan 1920 günü Heyet-i Temsiliye Başkanı ve Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden Meclis’in açılışına kadar geçen dönemin olaylarını içeren açıklayıcı bir konuşma yaptı. Ardından Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in yaptığı duygulu ve coşkulu bir konuşmadan sonra, yasama çalışmalarına ve hükümetin kurulması görüşmelerine başlandı. Mustafa Kemal Paşa’nın sunduğu konuyla ilgili önerge görüşmeler sonunda çoğunlukla onaylanarak, Meclis Başkanlığı seçimi yapıldı. Mustafa Kemal Paşa, 110 oyla Meclis Başkanlığı’na, Celalettin Arif Bey, 109 oyla Meclis İkinci Başkanlığı’na, Konya Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi ile Hacı Bektaş Çelebisi Celalettin Efendi de Reis Vekilliği’ne seçildiler. 25 Nisan 1920 günü “Muvakkat İcra Encümeni” (Geçici Hükümet); 2 Mayıs 1920’de çıkarılan yasaya uygun olarak da, 3 ve 4 Mayıs’ta yapılan seçimlerle “Büyük Millet Meclisi İcra Vekiller Heyeti” (Hükümet) kuruldu. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Başkanı olduğu bu hükümet onunla birlikte 12 kişiden oluşuyordu. Meclis’in Adı: Türkiye Büyük Millet Meclisi Meclis’in “adı” konusunda ilk tartışma, daha Meclis açılmadan önce 11 Nisan 1920’de vilayette yapılan toplantıda başlamıştır. Toplantıda, “Meclis-i Kebir”, “Meclis-i Kebir-i Milli”, “Kurultay” ve “Meclis-i Mebusan” isimleri üzerinde durulmuştur. Şerif Bey’in Meclis açılışında yaptığı konuşmada kullandığı “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” ibaresinden, milletvekillerinin açılıştan önce “Büyük Millet Meclisi” adını kararlaştırmış oldukları görülüyordu. Buradaki “Büyük” sıfatının bir meclis kararı veya yasa ile değil, teamül olarak ortaya çıktığı ve Meclis’in “kuruculuk” özelliğini ifade ettiği düşünülmektedir. Büyük Millet Meclisi adının başına “Türkiye” sözünün ne zaman eklendiği konusunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Nutuk’taki belge ve bilgilere göre Kasım 1920’den itibaren Mustafa Kemal Paşa’nın “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanını kullandığı, Tevfik Paşa’nın da 27 Ocak 1921 tarihli telgrafında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” diye yazdığı, Dâhiliye Vekaleti’nin bastırdığı yazışma kağıtlarında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Dahiliye Vekaleti Memurin Müdiriyeti” adının geçtiği (28 Ekim 1920), Türkiye Büyük Millet Meclisi Karar Defteri’nde (17 Kasım 1920 tarihli 77 sayılı kararda) “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adının anıldığı, Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan “Halkçılık Programı”nın çeşitli maddelerinde de “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ibaresine yer verildiği görülmektedir. Fakat bu kullanım sürekli olmamıştır. Ancak, İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi’nde 8 Şubat 1921 tarihinden başlayarak kullanılan “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanının kesintisiz kullanıldığı görülmektedir. Büyük Millet Meclisi’nin imzaladığı ilk antlaşma olan Gümrü Barış Antlaşması’nda 2/3 Aralık 1920, Türkiye-Afganistan ve Türkiye-Rusya Antlaşmalarında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” deyiminin geçtiği görülmektedir. Hatta Türkiye-Rusya Antlaşması’nda “Türkiye” kelimesinin “coğrafi” anlamı da belirlenmiştir: “Türkiye tabiriyle Kânunusani 1336 (1920)’de İstanbul’da münakit Meclis-i Mebusan tarafından tanzim ve bilcümle devletlerle matbuata tebliğ olunan Misak-ı Milli’nin ihtiva ettiği arazi kastedilmiştir” denilerek, yeni Türkiye’nin sınırlarının Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar olduğu vurgulanmıştır. Meclis’in Milli Kimliği İlk Meclis, milletvekillerinin sosyo-ekonomik özellikleri, yani yaşları, eğitim düzeyleri, meslekleri ve geldikleri yerler itibarıyla tam bir “milli meclis” kimliğindeydi. Okul sıralarında; kılıkları, giysileri, yaşları, düşünsel düzeyleri ve görgüleri çok değişik, beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla; pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma veya şal sarıklı aşiret beyleri; külahlı ağalar ve kavuklu çelebilerle; Avrupa’daki yükseköğrenimlerini bitirip, yeni dönmüş, batı kültürüyle yetişmiş “Kuva-yı Milliye” kalpaklı gençler yan yana oturuyordu. Hamdullah Suphi’nin ifadesiyle, “İç Anadolu’nun dört bin senelik kerpiç evi, koynunda ne varsa orada teşhir ediyordu.” Bu denli farklı olan bu kişilerin tek ortak yanları amaçlarıydı. Aynı dava uğruna bir ölüm kalım savaşı vermek için toplanmışlardı. Ya Anadolu’dan düşmanı kovacaklar ya da bu uğurda öleceklerdi. “Kimi Adana’dan gelmişti, kimi Erzurum’dan, kimi Hakkâri’den. Diyelim ki, Kaymakam Nüzhet, Albay İsmet, Dava Vekili Hüseyin Avni, Hapishane Müdürü Ruşen ve diğerleri... Ne yiyecekleri, ne giyecekleri... Biraz zeytin, biraz helva vardı heybelerinde... Ve inançları, yoklukları aşacak büyüklükteydi, yüreklerinde...” İlk Meclis’in ilk milletvekili olmak hiç de kolay değildi. Seçilmek kadar, Ankara’ya ulaşabilmek de meseleydi. Mesela Batum’dan seçilen ama yurdunda başka bir ülkenin pasaportu ile okuyan Ahmet Fevzi Erdem’e, Ankara’ya gidebilmesi için Şavşat halkı 75 Lira toplamıştı. Erdem Pontusçularla uğraşa uğraşa 8 günde Samsun’a gelebilmişti. Sonunda diğer illerden gelen 4 aday Samsun’da paralarını birleştirecek ve kendilerini Meclis’e ulaştıracak bir at arabasını kiralayabileceklerdi. “Makam” arabası istasyon çayırına girdiği zaman Meclis çalışmalara başlayalı 3 gün olmuştu. Bir bölümü atlarıyla gelmişti. Doludizgin hürriyete koşar gibiydiler. Bazıları çevredeki birkaç otele yerleştirildi. Fakat büyük bir kısmı yatacak yer bulamamıştı. Eğerler yastık, heybeler yatak yapıldı ve istasyon çayırı bir açık hava oteli oldu. Ve onlar böylece işbirlikçiler ve düşman kadar sıtma ile de boğuştular. Ama hiçbirisi yüreklerinden başka bir yerlerin sızladığını söylemediler... Onlar, yani ilkler 8 ay maaş almadılar. Sonra 100 (bazı kaynaklarda 80 veya 75 Lira) lira oldu maaşları... 1921’de ise bütçe açığının kapanması için, maaşlarının yüzde 20 oranında indirilmesini kabul ettiler... İlk Meclis’in ilk oturumunda uzun süren görüşmelerden sonra, milletvekilleri acıkmıştı. Yemek için oturuma ara verildi. Menü tahin helvasıydı...” Milletvekillerinin büyük bir kısmı Darülmuallimin Mektebi (Öğretmen Okulu)’nde yatıyorlardı. Eskişehir Mebusu Yeşil Efendi ile Kütahya Mebusu Muallim Cevdet İzrap Beyler, tabldota memur edildiler. Her övün üç kap yemek olmak üzere yetmiş kuruşa çıkıyordu... Koridorda şöyle bir levha asılı idi: “Tavla ve sair oyun oynamak yasaktır!” Vilayet tarafından tutulmuş bir müezzin de bu binanın merdiven başında ezan okuyor, herkesi namaza davet ediyordu. Yataklar yerlere serili idi. Meclis açıldıktan sonra, Müezzin Hüseyin Efendi, Meclis’in kapısında beş vakit ezan okurdu. Ayrıca akşamları da Meclis’in bahçesinde İsmail Zühtü Bey’in idare ettiği mızıka milli marşlar çalmakta idi. Meclis’te su olmadığından mebusların su içmeleri için küpler de konulmuştu. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, “İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin her yanında uyum var. Gerçi milletvekillerinin kılık kıyafetleri değişik ve renk renk, öğrenimlerine ve yetişme ortamlarına göre düşünce yöntemleri değişik, ama gönülleri ve amaçları bir. Gerçi Meclis binası küçük ve eşyası gösterişsiz, ama dava büyük. Bu Türk ulusunun ölüm-kalım savaşı davası. Tarihte bağımsızlığını hiç yitirmemiş olan Türk ulusu ya düşmanı yurdundan kovacak ve özgür yaşayacak ya da son erine kadar ölecek. Parola bu. Gerçi silah, cephane ve düzenli ordu yok, ama Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Türk halkının birleşmiş çelik istenci var. Gerçi para yok, ama halkın cömertliği ve gönül zenginliği sonsuz. Gerçi düşman bir değil, pek çok; zayıf değil, çok güçlü; ama Türk’ün kükreyişi ve bağımsız yaşama azmi daha güçlü...” İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü anlatıldığı gibi çalışmalarına başlamış ve 16 Nisan 1923 tarihinde “dördüncü toplantı yılı”nın son oturumunu yaparak dağılmıştır. Mecliste bu ilk dönemde kaç milletvekilinin görev yaptığı konusu, hem dönemin içinde yaşayanların anılarında, hem de konuyla ilgili olarak sonradan yapılan araştırmalarda farklı farklı anlatılmaktadır. Son yapılan araştırmalar, bu ilk dönem boyunca, 349’u yeni seçilen, 88’i Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen olmak üzere toplam 437 mebusun TBMM üyeliğine hak kazandığını göstermektedir. Üyelerin % 79.9’u yeni seçilmiş, % 20.1’i de İstanbul’dan gelmiştir. Bununla birlikte, yeni seçilenlerden 88, Osmanlı Mebusan Meclisi kökenlilerden de 12 olmak üzere toplam 100 mebusun TBMM üyeliği sıfatları, TBMM kapanmadan önce son bulmuştur. Dönemi 261’i yeni seçilen, 76’sı İstanbul’dan gelen toplam 337 mebus tamamlamıştır. Tümü de mebusluk sıfatını birinci toplantı yılı (23 Nisan 1920-1 Mart 1921) içinde kazanan ve dönem sonunda TBMM’nden ayrılmış bulunan 100 mebustan 14’ünün meclis üyeliği “ölüm” nedeniyle son bulurken; “istifa eden” ya da “istifa etmiş sayılanların” sayısı 71, “mebusluktan düşürülenlerin” (ıskat) sayısı 5’tir. 49 kişinin milletvekilliği birinci toplantı yılı sonuna kadar, hiçbir TBMM oturumuna katılmadan sona ermiştir. Ayrıca, birinci toplantı yılı sonunda TBMM’ne henüz katılmamakla birlikte mebuslukları sürmekte olan 2 mebus, ikinci toplantı yılı içinde Ankara’ya hiç gelmeden vefat etmiştir. Böylece TBMM Albümlerinde adı geçen 437 mebustan 51’inin TBMM’ne hiç katılmadığı; buna karşılık oturumlara katılmış mebus sayısının 386 olduğu ortaya çıkmaktadır. TBMM’ndeki mebuslar toplam 66 “seçim çevresini” temsil etmektedir. Seçim çevreleri livalardır ve bunlar da coğrafi açıdan bölgeye ayrılabilir. Tüm meclis üyelerinin en yoğun olarak temsil edildikleri bölge Güneydoğu Anadolu Bölgesi’dir. TBMM’nin % 16.9’u bu bölgeyi temsil ederken, ikinci sırayı alan Ege Bölgesi’nin oranı % 14.9, Orta-Kuzey Anadolu Bölgesi’nin oranı % 14.4’tür. Akdeniz ve Karadeniz Bölgeleri aynı oranda temsil edilirken (% 11.0), Orta-Doğu Anadolu bölgesi kökenli mebusların oranı % 10.5’tir. Görece düşük oranda temsil edilen bölgeler, Kuzey-Doğu Anadolu (%7.3), Orta-Güney Anadolu (%7.1) ve Marmara (%6.) bölgeleridir. Meclis’in oldukça “genç” bir “yaş yapısı” vardı. Gruplar kurulmadan önce, 1921 ilkbaharına kadar TBMM ile ilişkisi kesilen ve çoğunun yaşı hakkında bilgi bulunmayan 82 mebus kapsam dışında tutulursa, kalan 355 mebusun yaş ortalaması 42.8’dir. İlk Meclis’te yaşları, 40’tan küçük olanların oranı % 37.3; 40 ile 49 arası olanların oranı % 4.8; 50 ile 59 arasında olanların oranı % 14.6, 60’tan büyük olanların oranı % 4.8 ve bilinmeyenlerin oranı da %8.5’tir. TBMM milletvekillerinin bu yaş durumu itibarıyla, Batı Avrupa Milli Meclislerindeki milletvekillerinden yaklaşık olarak 10 yaş; Osmanlı Mebusan Meclisi’nden de 15-20 yaş daha gençtiler. TBMM, ülkenin o günlerde içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, genel olarak “eğitim düzeyi” yüksek kişilerden oluşmaktadır. Meclis’te iptidaiden yüksekokullara kadar uzanan eğitim kurumları hiyerarşisi içinde yer alan tüm okullardan yetişmiş mebusların bulunduğu görülmektedir. Eğitim sistemindeki, geleneksel ve modern ikiliği Meclis’in yapısını da etkilemiştir. Birçok mebus, birkaç eğitim kurumunu birden bitirmiştir. Örneğin, medreselerde öğrenim görenlerin % 24.4’ü aynı zamanda rüştiye, % 8.5’i yükseköğretim kurumu, % 7.1’i idadi mezunu iken; % 7.3’ü de medrese öğrenimi yanında özel eğitim görmüşlerdir. Ayrıca, hem rüştiye hem meslek okulu, hem Harp Akademisi hem bir başka yükseköğretim kurumu, hem idadi hem de özel eğitim kurumu gibi birden çok okul mezunu olan mebuslar da vardır. İlk Meclis’teki tüm milletvekillerinin % 25.4’ü (111 kişi) bir yükseköğretim kurumunu bitirmiştir. % 4.8’lik bir bölüm (21 kişi) Harp Akademisi, % 6.9’u (30 kişi) Harbiye mezunudur. Rüştiyeyi bitirenlerin oranı % 20.8 (91 kişi) iken, medreselerde öğrenim görenler % 18.8 (82 kişi)’lik bir grup oluşturmaktadırlar. TBMM üyelerinin % 8.7’si (38 kişi) idadi, % 2.3’ü (10 kişi) sultani, % 1.6’sı (7 kişi) meslek okulu bitirmiş, % 7.3’ü (32 kişi) ise özel eğitim görmüştür. Herhangi bir eğitim kurumunu bitirmeyen ya da eğitim düzeyleri hakkında bilgi bulunmayan mebusların oranı da % 14.6 (64 kişi)’dır. “Yabancı dil” bilen / bilmeyen mebusların ve bilinen dillerin dağılımı da TBMM üyelerinin o günkü koşullara göre oldukça yüksek bir eğitim düzeyine sahip olduklarını göstermektedir. Tüm mebusların % 58.8’i (257 kişi) yabancı dil bilmemektedir. Dil bilen % 41.2’lik bölüm içinde de birden çok yabancı dil bilenler önemli bir yer tutmaktadır. Fransızca, Arapça ve Farsça bilinen yabancı diller içinde başta gelmektedir. Fransızca bilenler tüm Meclis üyelerinin % 23.8’ini (104 kişi), Arapça bilenler % 19.2’sini (84 kişi), Farsça bilenler de % 13.5’ini (59 kişi) oluşturmaktadır. Bu üç dili % 4.8’lik (21 kişi) bir oranla İngilizce ve aynı oranla Almanca izlemektedir. Diğer bakımlardan olduğu gibi, “mesleki” açıdan da, Türk milletinin bütün kesimlerinin temsilcilerinin TBMM’nde yer aldığı görülmektedir. Milletvekillerinin seçilmeden önce uğraştıkları en son meslekleri göz önünde tutularak yapılan inceleme, bunların yaklaşık yarısının (% 46.9’u, 205 kişi) “devlet memuru” olduğunu ortaya koymaktadır. “Profesyoneller” başlığı altında toplanabilecek olan “serbest meslek” sahiplerinin oranı % 14.0 (61 kişi); “eşraf” olarak nitelendirilebilecek olanların oranı % 18.9 (83 kişi); “din adamı” olarak isimlendirilebilecek olanların oranı % 11.2 (49 kişi); “İşçi” % 0.2 (1 kişi); “belediye başkanı” % 1.6 (7 kişi) ve “mesleği bilinmeyen”lerin oranı da % 7.1 (31 kşi)’dir. Bu ana meslek gruplarını açtığımız zaman alt meslek sahiplerinin oranları ve sayıları şu şekildedir: Memurlar: Asker % 13.7 (60), Yüksek Memur % 8.7 (38), Mülki Yönetici % 10.1 (44), Diplomat % 0.5 (2), Öğretim Üyesi % 0.9 (4), Öğretmen % 3.0 (13), Hakim-Savcı % 3.9 (17), Diğer Memur % 6.2 (27). Profesyoneller: Avukat % 6.6 (29), Gazeteci % 2.5 (11), Bankacı % 0.7 (3), Doktor % 3.7 (16), Mühendis % 0.5 (2). Eşraf: Çiftçi % 9.6 (42), Tüccar % 8.2 (36), Aşiret Reisi % 1.1 (5). Din Adamı: Müftü, Müderris, Şeyh % 11.2 (49). İşçi :% 0.2 (1). Belediye Başkanı: % 1.6 (7). Bilinmeyen % 7.1 (31) . Prof. Dr. İhsan Güneş’in Frederick W. Frey’e dayanarak verdiği bilgilere göre, “liderlik özellikleri” bakımından milletvekillerinin durumu şu şekildedir: Üst düzey liderlik gücüne sahip olanlar Meclis’in % 10’unu, orta düzey liderlik gücüne sahip olanlar % 12’sini, aşağı düzey liderlik gücüne sahip olanlar da % 78’ini oluşturmaktadır. Milletvekillerinin “evlilik durumları”na bakıldığında, “medeni durumların” bilinenlerin hemen hemen tamamına yakının “tek evli” oldukları görülmektedir: Tek evli olan 277 kişi, iki evli olan 3 kişi, bekâr 12, dul 6 kişi, medeni durumu belli olmayan ise 88 kişidir. Sonuç Yerine Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni; “Osmanlı Devleti’nin asırlık hatalarından mesul tutulan, Mondros Mütarekesi’nin haksız tatbikatı ile zulüm ve adaletsizlik baskısı altında ezilmek, müstemleke halinde yaşatılmak suretiyle cezalandırılmak istenen Türklerin millet olarak ve bu topluluğun siyasi ifadesi olan milli, müstakil bir devlet kurarak yaşamak hakkını Osmanlı Hükümeti’ne İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan Birinci Dünya Harbi’nin galip devletlerine karşı fiili bir mücadele sonunda elde etmesi” şeklinde tanımladığı “Müdafaai Hukuk Hareketi”nin gerçekleştirici organı olarak ifade etmektedir. Bu tarihi hükümden anlaşılacağı gibi, TBMM, ilk döneminde milletin kaderine el koymuş, düzenli bir ordu kuruluşunu gerçekleştirmiş, “Başkomutan” seçtiği Mustafa Kemal’in önderliğinde düşmanı yurttan atarak, vatanı işgallerden kurtarmış, iç isyanları bastırmış, saltanatı kaldırarak “Cumhuriyet”e giden yolda ilk adımı atmıştır. Aynı TBMM, ikinci döneminden itibaren de, “Cumhuriyet”i ilan ederek kurduğu devletin yönetim biçimini belirlemiş, Lozan Antlaşması’nı onaylayarak milletlerarası hukuka göre yeni devletin “bağımsızlığı”nı tescil ettirmiş, Hilafet’i kaldırarak, Tevhid-i Tedrisat ve Medeni Kanun gibi önemli yasaları kabul ederek “Demokratik-Laik Cumhuriyet” yolunda atacağı adımlara başlamış, yapılan inkılâplarla da “çağdaşlaşma” iradesini ve hedefini ortaya koymuştur. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran TBMM, milli ve manevi değerler temelinde yükselen ve “mili hâkimiyet”in tecelli ettiği en yüksek makam olduğu kadar; milletimizin çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşma ve onu aşma azminin de en iyi ifadesini bulduğu bir mekân olmuştur ve olmaya da devam edecektir. S O N Makalenin yayınlanmış kaynağı: https://www.karamandan.com/makale/6486815/ali-guler/tbmmnin-acilisinda-milli-ve-manevi-degerler 25.04.2016 SonDakika haberleri net
Giriş Ülkemizde değişik çevrelerce zaman zaman Atatürk’e yönelik bazı iddiaların gündeme getirildiği bilinmektedir. Çoğu zaman düzeysiz saldırı şeklinde olan bu iddiaların amacı, tahmin edilebileceği gibi, milletimizin ortak paydası haline gelmiş olan Atatürk sevgisini ortadan kaldırabilmek ve belki daha da önemlisi, onun önderliğinde kurulan milli, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel esaslarını tartışmaya açarak ortadan kaldırmaktır. Yapılan yayınlara ve propagandalara bakılırsa, Atatürk’e yönelen bu saldırıların, onun düşüncelerinden ve yaptığı işlerden çok; soyu, ailesi, aile efradı, kişiliği ve yaşantısına dönük olduğu görülür. Akademik veya entelektüel bakımlardan çok “basit” ve “saçma” olarak nitelendirilebilecek olan bu iddia ve saldırı konularının, üzerinde durulması ve o konularla ilgili doğruların insanlarımıza anlatılması büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü bu konuda iddiaları ortaya atanlar kendileri açısından ustaca bir yöntem izlemekte ve sistemli bir çalışma yürütmektedirler. Özellikle, kültür düzeyi düşük olan kesimlerde yoğunlaştırılan bu propaganda ile insanımızın beyninde ve kalbinde büyük bir sevgi ve yer kazanmış bulunan Atatürk ve “köklü Atatürk imajı”; o insanlarımızın önemsediği değerler bakımından zedelenmeye, yıkılmaya çalışılmaktadır. Bu çevreler tarafından, milli ve manevi değerlere bağlı olan, namus anlayışına önem veren insanlarımızın önüne, burada yazarken bile zorlandığımız, “soyu, sopu belli olmayan, dinsiz, inançsız, ahlaksız, kişilik zafiyetlerine duçar olmuş, ayyaş, diktatör”(!) bir Atatürk imajı konulmaktadır. Bu çevrelere ve kişilere karşı şüphesiz, yasal çerçevede mücadele yapılmalıdır ve yapılmaktadır. Fakat bunun yeterli olacağını zannetmek büyük bir hatadır. “Bilimsel” ve “popüler” düzeyde doğrular ve “doğru Atatürk imajı” basın, yayın ve medya yoluyla insanlarımıza anlatılmalıdır. Bugün için “ben Atatürkçüyüm” diyen her Türk aydınına ve devletimizin konuyla ilgili kurumlarına bu konuda çok önemli görevler düştüğü bilinmelidir. Atatürk’ü Türk milletinin gönlünde ve kafasında küçük düşürmek amacıyla bu çevrelerin ortaya attığı iddialardan birisi de, “devletin rakı sofrasında kurulduğu” (!) iddiasıdır. Şüphesizdir ki, bu iddianın da diğer iddialar gibi hiçbir aslı esası yoktur. Anlaşılacağı gibi, devletimizin kuruluşunun temelinde “irade-i milliyenin istinatgâhı” olan Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Görüleceği üzere, devletimizi kuran Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve yapısı bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumundaki “milli ve manevi değerler sistemini” ve milletimizin bütün yokluklara karşın “var oluş iradesini” açıkça ortaya koymaktadır. Devleti Kuran Meclisin Açılış Hazırlıkları 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletlerince resmen işgal edilmesi ile Osmanlı Devleti bilinen sona doğru hızla yaklaşmaya başlamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine göre daha 1 Kasım 1918’de başlayan fiili işgaller, 16 Mart’ta “payitaht”ın resmen işgaliyle Türk milletinin tarihinde yeni bir sayfa açıyordu. Bu işgalden sonra Osmanlı Parlamentosu’nun özgürce çalışma ortamı kalmamıştı. Bunu gören milletvekilleri, 18 Mart 1920’de “mebusluk vazifesinin yapılmasında emniyet verici bir halin gelmesine kadar” meclis çalışmalarının durdurulmasını kararlaştırdılar. Onların bu kararını, Padişah Vahdettin’in Meclis-i Mebusan’ı kapattığını belirten 11 Nisan 1920 tarihli “irade-i seniyesi” izledi. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçtiği 19 Mayıs 1919’dan sonra yaklaşık bir yıllık dönemde liderlik yolunda önemli mesafeler aldığı gibi; milletin bu işgallere karşı örgütlenmesi ve kurtuluş iradesini ortaya koyması bakımından da büyük işler başarmıştı. İşgalden bir gün sonra 17 Mart 1920’de ordu komutanlarına bir genelge göndererek Ankara’da bir “Meclis-i Müessisan” (Kurucu Meclis)ın açılacağını duyurdu. Seçim şartlarını bildirdi. Buradaki “kurucu meclis” sözüne biraz itirazlar gelince, 19 Mart tarihli yeni bir genelge yayınlayarak durumu ve amacı şöyle ortaya koydu: “İtilaf Devletleri tarafından devlet merkezinin bile resmen işgali, devletin yasama, yargı ve yürütmeden ibaret olan milli güçlerini işlemez duruma sokmuş ve bu durum karşısında görev yapmaya imkân bulunamadığını hükümete resmen bildirerek Meclis-i Mebusan dağılmıştır. Şu halde, devlet merkezinin korunmasını, milletin bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak tedbirleri düşünmek ve uygulamak üzere, millet tarafından olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin (selahiyet-i fevkaladeyi haiz bir meclisin), Ankara’da toplantıya çağrılması ve dağılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zaruri görülmüştür...” Ankara’da bulunan milletvekilleri ile 11 Nisan 1920’de yapılan görüşmeler sonunda meclisin, 22 Nisan Perşembe günü açılması kararlaştırılmıştı. Fakat sonra bu karardan vazgeçilerek 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasının halk üzerinde önemli bir etki yapacağı düşünülmüş ve açılış Cuma gününe ertelenmiştir. Bu değişikliğin milli ve manevi sebeplerini Yunus Nadi şöyle açıklamıştır: “Hasımlarımız bizi mağlup edebilmek için müracaat ettikleri muhtelif silahlar içinde eczümle, dine ve şeriata dahi istinat ediyorlar ve bizi şer’an asi ilan etmek hususunda çok ileri gidiyorlardı. Meşihat-ı İslamiye makamının fetvaları hep bu esas ve maksatla tertip edilmişti. Halife beyannameleri de hep bu esas ve maksada istinat ediyordu. Damat Ferit bu yoldan yürüyordu. Hâlbuki Ankara’da vatan ve milletin halas ve istiklâli gayesi etrafında toplanan zevat din ve imandan tecerrüt etmiş kimseler değildi. Onların içinde hakiki din âlimleri de bulunduktan başka, milletin halas ve istiklâlinde elbette din ve şeriatın dahi ağyarın ayakları altında zelil ve perişan edilmekten kurtarılması hususu da vardı. Dine hizmet ve riayet bahsinde dahi en büyük hürmet mevkii elbette Ankara’da toplanan fedakârlar tarafında idi. İngilizler Yunanlıların lehine milleti boğmağa, parçalatmağa, mahvetmeye alet olanların dini ağızlarına almaları bile dünyanın en sefil alçaklığı idi. Hakikat bu merkezde iken İstanbul’un olanca nedameti ile Ankara aleyhine milletin mukaddesatını tahrik vesilesi yapmasına karşı, Ankara’nın dahi layık ve lazım olduğu vechile mukabele etmesi zarureti hâsıl olmuştur. Bu cümleden olarak meclisin küşadı günü Perşembeden Cumaya” ertelenmiştir.” Ankara’ya gelebilen milletvekilleriyle birlikte meclisin 23 Nisan Cuma günü açılmasına karar verildikten sonra bu karar, “Kolordulara (14 ncü Kolordu Komutan Vekilliğine), 61 nci Tümen Komutanlığına, Refet Beyefendi’ye, Bütün Valiliklere, Bağımsız Sancaklara, Müdafaa-i Hukuk Merkez Heyetlerine, Belediye Başkanlıklarına” “çok ivedi” kaydıyla, “Heyet-i Temsiliye Adına Mustafa Kemal” imzasıyla 21 Nisan 1920 tarihinde şu telgrafla bildirilmiştir: “Tanrının lütfuyla Nisanın 23’üncü Cuma günü, Cuma namazından sonra, Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. Vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cumaya rastlatmakla, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Veli Camii Şerifinde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın ve namazın nurundan da feyz alınacaktır. Namazdan sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir. Meclise girmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde Cami-i Şerif’ten başlayarak Meclis binasına kadar Kolordu Komutanlığı’nca askeri birliklerle özel tören düzeni alınacaktır. Açılış gününün kutsallığını belirtmek için bu günden başlayarak vilayet merkezinde, Vali Beyefendi Hazretlerinin düzenleyeceği şekilde, hatim indirilmeye ve Buhari-i Şerif okunmaya başlanacak ve Hatm-i Şerif’in Son kısımları uğur getirsin diye Cuma namazından sonra Meclisin toplanacağı yerin önünde tamamlanacaktır. Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde bu günden itibaren aynı şekilde Hatm-i Şerifler indirilmesine ve Buhari-i Şerif okunmasına başlanarak, Cuma günü ezandan önce minarelerde sala verilecek, hutbe okunurken, Halifemiz, Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin mübarek adları anılırken, Padişah Efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları ve saadete kavuşmaları için ayrıca dua okunacak ve Cuma namazının kılınmasından sonra da Hatim tamamlanarak yüce Hilafet ve Saltanat makamı ile bütün vatan topraklarının kurtuluşu için girişilen Milli Mücadele’nin önemini ve kutsallığını, milletin her bir ferdinin, kendi vekillerinden meydana gelmiş olan bu Büyük Millet Meclisi’nin vereceği vatani görevleri yapmaya mecbur olduğunu anlatan vaazlar verilecektir. Daha sonra, Halife ve Padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, selameti ve istiklali için dua edilecektir. Bu dini ve vatani merasim yapıldıktan ve camilerden çıkıldıktan sonra, Osmanlı vilayetlerinin her tarafında, hükümet konağına gelinerek Meclis’in açılmasından dolayı resmi tebrikler yapılacaktır. Her tarafta Cuma namazından önce uygun şekilde Mevlid-i Şerif okunacaktır. Bu tebliğin hemen yayınlanarak her tarafa ulaştırılabilmesi için her vasıtaya başvurulacak, süratle en ücra köylere, en küçük askeri birliklere, memleketin bütün teşkilat ve kuruluşlarına ulaştırılması sağlanacaktır. Ayrıca, büyük levhalar halinde her tarafa asılacak ve mümkün olan yerlerde bastırılıp çoğaltılarak parasız dağıtılacaktır. Yüce Tanrı’dan tam bir başarıya ulaştırması niyaz olunur.” İlk Meclis’in Binası Meclis’in toplanma yeri olarak, çeşitli binalar gezildikten sonra, II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti Kulübü olarak yapılmış, tek katlı, uzunca bir koridorla, bu koridorun iki yanında birer salonla beş büyük ve üç küçük odadan meydana gelen ve o zaman henüz yapımı tamamlanmamış bina tespit edilmiştir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi binası olarak seçilen bu bina, Enver Paşa’nın isteği üzerine 1915 yılında “Numune Mektebi” veya “Fırka Kulübü” olarak planlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik darlık sebebiyle bina bitirilememişti. Mondros Mütarekesi sonrasında işgaller başlayınca küçük bir Fransız birliği bu binaya yerleşmişti. Başlarında Fransız İşgal Kumandanlarından Kurmay Yüzbaşı Buazo bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ilk defa geldiğinde Dikmen’de karşılandıktan sonra, Hacıbayram Camii ve Vilayet binasına giderken, bu binada Fransız bayrakları asılı idi ve yanda Millet Bahçesi’ndeki barakalarda kalan Fransız askerleri yüksek bir duvarın üstünde oturuyorlardı. Aynı günlerde İstasyonda da başlarında Yüzbaşı Vitol’ün komutasında bir İngiliz birliği bulunuyordu. Bu yabancı askerlerin bir kısmı Atatürk’ün Ankara’ya gelişinden az sonra, yani 1919 yılının son günlerinde, bir kısmı da 22 Mart 1920 tarihinde Ankara’yı terk ettiler. Meclis’in açılması kararlaştırıldıktan sonra boşalmış bulunan bu bina Meclis binası olarak seçildi. Yarım kalan işlerinin tamamlanması görevi, İttihat ve Terakki Partisi’nin temsilciliğini de yapmış olan Necati Bey’e verildi. Necati Bey’in çabaları ve Ankara halkının olağanüstü katkı ve fedakârlıklarıyla binanın eksiklikleri giderildi. Bina bir koridorla iki yana sıralanmış irili ufaklı odalardan oluşuyordu. Devrin tüm özelliklerini yansıtan bu binanın cephelerinde Ankara taşı kullanılmıştır. Ön cephedeki üçlü ikili kemerler ise ahşap konsollara oturmuş geniş saçaklar ve ön cephedeki iki balkon binanın özelliklerini yansıtır. İlk Meclisin açılacağı bu binanın en önemli eksikliği, çatısının kiremitlerinin yeterli olmaması idi. E. Behnan Şapolyo’nun anlatımına göre; “...O zamanlar Ulucanlar’da bir ilk mektep yapılıyordu. Bu bina için Marsillya kiremitleri getirilmişti. Bu kiremitler alınarak Meclis’in orta kısmına yerleştirildi... Fakat yan taraflar açık kaldı. Kiremitlerin eksik kaldığını gören halk, evlerine koşarak damlarından kiremitlerini söktüler, kucak kucak yeni kurulacak devletin, yeni binasını ikmal ettiler. Bu görülecek bir tablo idi. Kadınlar, çocuklar, aksakallı ihtiyarlar kucaklarında kiremit taşıyorlardı. Bu suretli binanın eksiklikleri tamamlandı...” İlk Meclis’in açıldığında otuz civarındaki memurlarından birisi olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, binanın bölümlerini anılarında şöyle anlatmaktadır: “...Müdür ve memurların toplamı 23 Nisan 1920’de 30 kişi kadardı... Bütün memurlar -Başkâtip Recep Bey (Peker) müstesna olmak üzere- önceleri tek bir odada otururduk. Birkaç ay sonra memur kadrosu genişletildiğinde, iki odaya ayrıldık. Recep Bey’in odası bizim odanın karşısındaki küçük odaydı. Kendisi orada tek başına otururdu. Bu odaların bulunduğu koridordan Meclis’in toplantı salonuna girilirdi. Bu salon, tablası kuzeye ve ayağı güneye bakan (T) biçiminde olup tabla kısmının iki yanında tahta merdivenlerle çıkılan ve ahşap direklere oturan dar ve uzun balkonlar biçiminde birer loca vardı. Bunlar, dinleyici localarıydı. Meclis toplantılarını, gazeteciler de buradan izlerdi. Toplantı salonunun geniş kısmının orta gerisinde, duvara yaslanmış birkaç basamakla çıkılan başkanlık kürsüsü ve hemen önünde biraz daha alçakta hitabet (konuşma) kürsüsü, onun önündeki yerde ise tutanak kâtiplerinin oturduğu sıra ve sandalyeler vardı. Bilgilerinize sunmayı yerinde buluyorum...” “Milletvekilleri sıraları, yer darlığı yüzünden, kürsünün hemen dibine yakın bir yerden başlayarak geriye ve yanlara doğru dizilmiş, aralarında ancak bir insanın geçebileceği dar geçitler bırakılmıştı. Söz alan milletvekilleri konuşma kürsüsüne, bu geçitlerden adeta sıyrılırcasına geçerek ulaşırlardı. Toplantı salonunun, Ulus Meydanı tarafındaki koridorun iki yanındaki odalar, bizim kalemin bulunduğu bölümün benzeri idi; çünkü bina simetrik yapılmıştı. O tarafın büyük giriş kapısından Reis Paşa, Başkanlık Divanı üyeleri ve milletvekilleri işlerdi. Bu kapıdan girilince soldaki ilk oda Reis Paşa odasıydı. Onun yanındaki oda Encümen (komisyonlar) odası olarak kullanılırdı. Reis Paşa, önemli toplantıları da bu odada yapardı. Karşılarındaki küçük odalarda ise yaverler ve özel kalem bulunurdu. Bu küçük odalardan biri de mescit olarak kullanılırdı. Binanın önünde, istasyona inen caddede yapılan geçit resimleri, bu yöndeki iki balkondan seyredilirdi...” Binada başlangıçta elektrik tesisatı yoktu. Bir kahveden alınan kenarları avizeli petrol (gaz) lambası tavanın ortasına asılmıştı. Daha sonraları, bir lokomotifle aydınlatılan Fresko’nun Millet Bahçesi’nden Meclis’e çekilen elektrik hattı ile aydınlanma sağlandı. Fakat gece saat 12.00 oldu mu, ışık 3 kere yanıp sönerek işaretini verirdi. Bu elektriğin kesileceği anlamına gelirdi. Küçük bir toplantı salonuna sahip olan bu Meclis’te mobilya adına Ankara Valiliği bürolarından, şuradan buradan derlenmiş kırık dökük bazı eşyalar vardı. Milletvekilleri, Ankara Öğretmen Okulu’ndan ve Ankara Sultanisi (Lisesi)’nden getirilmiş öğrenci sıralarında oturuyorlardı. Sıraların bir kısmı Öğretmen Okulu Ev İşi Dersi’nde öğrenciler tarafından yapılmıştı. Bu sıralar siyah renkli idi. Sıra İlk Meclis’e “kürsü” yapımına gelmişti. Türk milletinin haksızlığa ve işgallere karşı başkaldırışının sesi haline gelecek olan kürsünün yapımını ve kürsü etrafında oluşan bazı duygusal olayları E. B. Şapolyo şu şekilde anlatmaktadır: “... İçerde başkanlık kürsüsü yoktu. Marangozlar omuzlarında keresteler, ellerinde keserleri gelip kürsü yaptılar. Masraf parası da almadılar... Bu kürsünün üstüne Yunanlılar Bursa’ya girdiği sıralarda siyah bir örtü örtüldü. Zafer kazanılana kadar bu siyah örtü kalacaktı... Bu örtü örtüldüğü gün, pek canlı bir sahne olmuştu. Muhittin Baha gözyaşlarıyla Bursa’yı anlatıyordu. Bir aralık Namık Kemal’in şu parçasını okudu: Biz ol alihimem erbab-ı cehdi içtihadız kim girane bir devlet çıkardık bir aşiretten Bu esnada Atatürk kürsüye gelerek: ‘Milletimizin bugün mazisinde olduğundan daha çok ümit vardır. Ecdadından daha çok ümit vardır. Namık Kemal demiştir ki: Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini, Yok, mudur kurtaracak bahtı kara maderini? İşte bu kürsüden ve bu Meclis-i Ali’nin Reisi sıfatıyla ve heyet-i alinizi teşkil eden bütün azanın her biri namına ve bütün millet namına diyorum ki: Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı siyah maderini.’ Parçasını okudu. Bundan sonra da ‘siyah’ örtü konulmuştu... Zafer kazanılınca bu örtü ‘yeşil’ olacaktı... Bu zaman Türk Milletinin daima muzaffer olması için Bünyanlı Alim Hoca, her beş günde bir dua eder, bütün mebuslar ayakta göz yaşları ile duaya iştirak ederlerdi... İşte Millet Meclisi’nin kürsüsü de kurulmuştu... Kürsünün üzerine de ‘Hâkimiyet Milletindir’ levhası asıldı... Kürsünün arka duvarına ‘Müşavürühüm fi’l-emir’ yazılı bir levha asıldı. Altına da bir ‘halı’ asıldı. Bu halı sonradan Piyerloti’ye hediye edildi... Ayrıca Meclis’in duvarına Kur’an-ı Kerim’den ‘Şura Suresi’ levhası da asıldı. Tercümesi: ‘Müslümanların hayat işleri, istişareye ehil olanların arasında istişare iledir’ idi.” İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, 15 Ekim 1925 tarihine kadar bu binada çalışmalarını yapmış, daha sonra şimdi Cumhuriyet Müzesi olan İkinci Meclis binasına taşınmıştır. Bir ara ilk Meclisin bu binasına Ankara Hukuk Fakültesi taşınmış, 1952 yılına kadar da bina Cumhuriyet Halk Partisi’nin Merkez Binası olmuştur. Daha sonra Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne devredilen bina, 1961 yılında “İlk Büyük Millet Meclisi Müzesi” olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır. Bina, 1980 yılından sonra yeni bir düzenleme ile “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olmuştur. Müzede Kurtuluş Savaşı ile ilgili belgeler ve eşyalar sergilenmektedir. Müze, İlk Meclis’te de yer alan şu bölümlerden meydana gelmektedir: Riyaset Divanı (Bakanlar Kurulu) Odası, Şer’iye Encümeni Odası, Dinlenme Odası, Encümenler Odası, Toplantı (Genel Kurul) Odası, Reis Odası (Gazi Odası) . Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, bu binanın Milli Mücadele döneminde yüklendiği “misyonu” ve bu misyonla ilgili duygularını şu şekilde anlatmaktadır: “Bu binaya ‘bizim meclis binamız’ derdim; çünkü biz Meclis memurları, içinde ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmış olduğu bu binayı çok severdik. Hele ben, burasını sanki dedelerimizden yadigâr kalmış, her köşesi anılarla dolu eski bir mülk gibi ilk günden beri çok sevmiş ve benimsemiştim. İlk Meclis binasına karşı beslediğim bağlılık duygusu belki şundan doğmuştur: Türkiye tarihinin dönüm noktası olan ‘ulusal egemenlik çağının başlayışı’ ve dünya tarihinin de ‘tutsak ulusların emperyalist saldırganlara karşı başkaldırma çağının açılışı’ gibi çok büyük çaptaki devrimsel olayları, o binada kendi gözlerimle günü gününe izlemiş, onun içinde -küçük bir görevle de olsa- çalışarak o devrim çağını doğrudan doğruya yaşamıştım. Bu benim için az şey değildi. Bugün müze olan İlk Meclis binası, Milli Mücadele’nin sanki soluk alıp verdiği ‘göğüs kafesi’ idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına, her gün inanç, yüreklilik, savaş dayancı (azmi), umut ışığı oradan dağılıyordu...” Açılış Töreni 23 Nisan Cuma günü, Ankara’da sabahın erken saatlerinde evlerinden ayrılan kadın, erkek, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar, kalpaklı, sarıklı, yöresel giysili vs. bütün halk tabakalarını kapsayan insan kitleleri tören alanını doldurmaya başlamıştı. Yerli ve yabancı bütün Ankara halkı Meclis binası ile Hacı Bayram Camii arasına sıkışmaya çalışmış ise de sığmamıştır. Arsalar, evlerin çatıları insanlarla dolmuştur. Hacı Bayram Camii’nde Cuma namazını kılmaya gelenler öylesine çoğalmışlardı ki, kapılardan taşmışlar, mermer avluya dolmuşlar, mezarların üzerlerine ilişmişler, sokaklarda yer bulmaya çalışmışlardır. Yunus Nadi’nin de belirttiği gibi; “bu şerait içinde usulü dairesinde” yapılan bir ibadet olmaktan çok, milletin kendi yazgısını kendisinin çizeceği bir dayanışma günü olmuştur. Çünkü Cuma namazı kılındıktan sonra, solgun ipeklerine yıpranmış satırlarla dualar yazılmış, eski sancaklar altında “tehliller, tekbirler” getirilerek ihtiyar şeyhleri, fakir hacıları, hocaları ile Meclis binasına doğru yürüyen bu insan seli, Anadolu’da yeni bir düşünceyi karşılamaya çıkmıştı. O da, kendi gücünün üstünde hiçbir güç tanımayan ve ülkesini tam bağımsızlığa kavuşturmayı amaçlayan inkılâpçı Büyük Millet Meclisi’nin ülkenin kaderine el koyması düşüncesi ve onun hayata geçirilmesi olacaktır.” Açılış töreni, Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıdaki genelgesinde belirttiği esaslara göre icra edilmiştir: Cuma namazından sonra Kur’an-ı Kerim okundu. Kalabalık Meclis’e doğru bir insan seli halinde, tekbirler getirerek gitmeye başladı. En önde Hacı Bayram Veli’nin üzerinde ayetler yazılı sancağı ve Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi’nin başı üzerinde taşıdığı yeşil örtülü bir rahlede Kur’an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif taşınıyordu. Bir manga kadar asker de bu rahlenin iki tarafında ağır ağır ilerliyordu. Ulema, şeyhler, milletvekilleri, şehrin ileri gelen yöneticileri, yüksek rütbeli askerler ve halk onları izliyordu. Meclis’in önüne gelindiğinde kurbanlar kesildi. Bursa Mebusu Fehmi Hoca yüksek sesle Hatim Duası okuduktan sonra; Mustafa Kemal Paşa tarafından Meclis’in kapısındaki kurdeleler kesilerek içeriye girildi. İlk defa Meclis’e Yozgat Mebusu Süleyman Bey girdi. Arkadan bütün mebuslar içeri girerek sıralara oturdular. Bu zaman hoca mebuslar Meclis’te hep bir ağızdan dua ediyorlar. Buhari-i Şerif okuyorlardı. Bayraklarla süslenen kürsüye Hacıbayram Veli’nin sancağı dikildi. Kur’ân ile Sakal-ı Şerif de kürsüye konuldu. Meclis’te herkes yerini almıştı. Küçük toplantı salonunun iki yanındaki dar dinleyici locaları ve bunlara çıkan merdivenler hiç yer kalmamacasına doluydu. Başkanlık kürsüsünün önünde bulunan konuşmacı kürsüsünün hemen önünde, daha alçak bir sırada tutanak kâtipleri ve tutanak grubu şefi, yüzleri milletvekillerine ve arkaları kürsüye dönük olarak yerlerini almışlardı. O gün Meclis’te İstanbul’dan gelebilenler ve 19 Mart tarihli genelge ile olağanüstü yetkililerle seçilmiş olanlardan ancak 120 (bazı kaynaklarda 115) milletvekili toplanabilmişti. Saat 13.45 (bazı kaynaklarda 14.00)’te, en yaşlı üye (1845 doğumlu) Emekli Milli Eğitim Müdürü Sinop Mebusu Şerif (Avkan) Bey, vakarlı ve yaşına göre çok dik bir yürüyüşle ağır ağır başkanlık kürsüsüne gelerek, “milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni küşat ediyorum (açıyorum)” diyordu. Şerif Bey’den sonra söz alan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’in hangi üyelerden kurulu olacağını açıkladı. Seçim tutanaklarını inceleme komisyonlarının (Encümen) seçimi yapılarak ertesi gün toplanmak üzere oturumuna son verildi. 24 Nisan 1920 günü Heyet-i Temsiliye Başkanı ve Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden Meclis’in açılışına kadar geçen dönemin olaylarını içeren açıklayıcı bir konuşma yaptı. Ardından Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in yaptığı duygulu ve coşkulu bir konuşmadan sonra, yasama çalışmalarına ve hükümetin kurulması görüşmelerine başlandı. Mustafa Kemal Paşa’nın sunduğu konuyla ilgili önerge görüşmeler sonunda çoğunlukla onaylanarak, Meclis Başkanlığı seçimi yapıldı. Mustafa Kemal Paşa, 110 oyla Meclis Başkanlığı’na, Celalettin Arif Bey, 109 oyla Meclis İkinci Başkanlığı’na, Konya Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi ile Hacı Bektaş Çelebisi Celalettin Efendi de Reis Vekilliği’ne seçildiler. 25 Nisan 1920 günü “Muvakkat İcra Encümeni” (Geçici Hükümet); 2 Mayıs 1920’de çıkarılan yasaya uygun olarak da, 3 ve 4 Mayıs’ta yapılan seçimlerle “Büyük Millet Meclisi İcra Vekiller Heyeti” (Hükümet) kuruldu. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Başkanı olduğu bu hükümet onunla birlikte 12 kişiden oluşuyordu. Meclis’in Adı: Türkiye Büyük Millet Meclisi Meclis’in “adı” konusunda ilk tartışma, daha Meclis açılmadan önce 11 Nisan 1920’de vilayette yapılan toplantıda başlamıştır. Toplantıda, “Meclis-i Kebir”, “Meclis-i Kebir-i Milli”, “Kurultay” ve “Meclis-i Mebusan” isimleri üzerinde durulmuştur. Şerif Bey’in Meclis açılışında yaptığı konuşmada kullandığı “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” ibaresinden, milletvekillerinin açılıştan önce “Büyük Millet Meclisi” adını kararlaştırmış oldukları görülüyordu. Buradaki “Büyük” sıfatının bir meclis kararı veya yasa ile değil, teamül olarak ortaya çıktığı ve Meclis’in “kuruculuk” özelliğini ifade ettiği düşünülmektedir. Büyük Millet Meclisi adının başına “Türkiye” sözünün ne zaman eklendiği konusunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Nutuk’taki belge ve bilgilere göre Kasım 1920’den itibaren Mustafa Kemal Paşa’nın “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanını kullandığı, Tevfik Paşa’nın da 27 Ocak 1921 tarihli telgrafında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” diye yazdığı, Dâhiliye Vekaleti’nin bastırdığı yazışma kağıtlarında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Dahiliye Vekaleti Memurin Müdiriyeti” adının geçtiği (28 Ekim 1920), Türkiye Büyük Millet Meclisi Karar Defteri’nde (17 Kasım 1920 tarihli 77 sayılı kararda) “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adının anıldığı, Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan “Halkçılık Programı”nın çeşitli maddelerinde de “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ibaresine yer verildiği görülmektedir. Fakat bu kullanım sürekli olmamıştır. Ancak, İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi’nde 8 Şubat 1921 tarihinden başlayarak kullanılan “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi” unvanının kesintisiz kullanıldığı görülmektedir. Büyük Millet Meclisi’nin imzaladığı ilk antlaşma olan Gümrü Barış Antlaşması’nda 2/3 Aralık 1920, Türkiye-Afganistan ve Türkiye-Rusya Antlaşmalarında “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” deyiminin geçtiği görülmektedir. Hatta Türkiye-Rusya Antlaşması’nda “Türkiye” kelimesinin “coğrafi” anlamı da belirlenmiştir: “Türkiye tabiriyle Kânunusani 1336 (1920)’de İstanbul’da münakit Meclis-i Mebusan tarafından tanzim ve bilcümle devletlerle matbuata tebliğ olunan Misak-ı Milli’nin ihtiva ettiği arazi kastedilmiştir” denilerek, yeni Türkiye’nin sınırlarının Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar olduğu vurgulanmıştır. Meclis’in Milli Kimliği İlk Meclis, milletvekillerinin sosyo-ekonomik özellikleri, yani yaşları, eğitim düzeyleri, meslekleri ve geldikleri yerler itibarıyla tam bir “milli meclis” kimliğindeydi. Okul sıralarında; kılıkları, giysileri, yaşları, düşünsel düzeyleri ve görgüleri çok değişik, beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla; pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma veya şal sarıklı aşiret beyleri; külahlı ağalar ve kavuklu çelebilerle; Avrupa’daki yükseköğrenimlerini bitirip, yeni dönmüş, batı kültürüyle yetişmiş “Kuva-yı Milliye” kalpaklı gençler yan yana oturuyordu. Hamdullah Suphi’nin ifadesiyle, “İç Anadolu’nun dört bin senelik kerpiç evi, koynunda ne varsa orada teşhir ediyordu.” Bu denli farklı olan bu kişilerin tek ortak yanları amaçlarıydı. Aynı dava uğruna bir ölüm kalım savaşı vermek için toplanmışlardı. Ya Anadolu’dan düşmanı kovacaklar ya da bu uğurda öleceklerdi. “Kimi Adana’dan gelmişti, kimi Erzurum’dan, kimi Hakkâri’den. Diyelim ki, Kaymakam Nüzhet, Albay İsmet, Dava Vekili Hüseyin Avni, Hapishane Müdürü Ruşen ve diğerleri... Ne yiyecekleri, ne giyecekleri... Biraz zeytin, biraz helva vardı heybelerinde... Ve inançları, yoklukları aşacak büyüklükteydi, yüreklerinde...” İlk Meclis’in ilk milletvekili olmak hiç de kolay değildi. Seçilmek kadar, Ankara’ya ulaşabilmek de meseleydi. Mesela Batum’dan seçilen ama yurdunda başka bir ülkenin pasaportu ile okuyan Ahmet Fevzi Erdem’e, Ankara’ya gidebilmesi için Şavşat halkı 75 Lira toplamıştı. Erdem Pontusçularla uğraşa uğraşa 8 günde Samsun’a gelebilmişti. Sonunda diğer illerden gelen 4 aday Samsun’da paralarını birleştirecek ve kendilerini Meclis’e ulaştıracak bir at arabasını kiralayabileceklerdi. “Makam” arabası istasyon çayırına girdiği zaman Meclis çalışmalara başlayalı 3 gün olmuştu. Bir bölümü atlarıyla gelmişti. Doludizgin hürriyete koşar gibiydiler. Bazıları çevredeki birkaç otele yerleştirildi. Fakat büyük bir kısmı yatacak yer bulamamıştı. Eğerler yastık, heybeler yatak yapıldı ve istasyon çayırı bir açık hava oteli oldu. Ve onlar böylece işbirlikçiler ve düşman kadar sıtma ile de boğuştular. Ama hiçbirisi yüreklerinden başka bir yerlerin sızladığını söylemediler... Onlar, yani ilkler 8 ay maaş almadılar. Sonra 100 (bazı kaynaklarda 80 veya 75 Lira) lira oldu maaşları... 1921’de ise bütçe açığının kapanması için, maaşlarının yüzde 20 oranında indirilmesini kabul ettiler... İlk Meclis’in ilk oturumunda uzun süren görüşmelerden sonra, milletvekilleri acıkmıştı. Yemek için oturuma ara verildi. Menü tahin helvasıydı...” Milletvekillerinin büyük bir kısmı Darülmuallimin Mektebi (Öğretmen Okulu)’nde yatıyorlardı. Eskişehir Mebusu Yeşil Efendi ile Kütahya Mebusu Muallim Cevdet İzrap Beyler, tabldota memur edildiler. Her övün üç kap yemek olmak üzere yetmiş kuruşa çıkıyordu... Koridorda şöyle bir levha asılı idi: “Tavla ve sair oyun oynamak yasaktır!” Vilayet tarafından tutulmuş bir müezzin de bu binanın merdiven başında ezan okuyor, herkesi namaza davet ediyordu. Yataklar yerlere serili idi. Meclis açıldıktan sonra, Müezzin Hüseyin Efendi, Meclis’in kapısında beş vakit ezan okurdu. Ayrıca akşamları da Meclis’in bahçesinde İsmail Zühtü Bey’in idare ettiği mızıka milli marşlar çalmakta idi. Meclis’te su olmadığından mebusların su içmeleri için küpler de konulmuştu. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, “İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin her yanında uyum var. Gerçi milletvekillerinin kılık kıyafetleri değişik ve renk renk, öğrenimlerine ve yetişme ortamlarına göre düşünce yöntemleri değişik, ama gönülleri ve amaçları bir. Gerçi Meclis binası küçük ve eşyası gösterişsiz, ama dava büyük. Bu Türk ulusunun ölüm-kalım savaşı davası. Tarihte bağımsızlığını hiç yitirmemiş olan Türk ulusu ya düşmanı yurdundan kovacak ve özgür yaşayacak ya da son erine kadar ölecek. Parola bu. Gerçi silah, cephane ve düzenli ordu yok, ama Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Türk halkının birleşmiş çelik istenci var. Gerçi para yok, ama halkın cömertliği ve gönül zenginliği sonsuz. Gerçi düşman bir değil, pek çok; zayıf değil, çok güçlü; ama Türk’ün kükreyişi ve bağımsız yaşama azmi daha güçlü...” İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü anlatıldığı gibi çalışmalarına başlamış ve 16 Nisan 1923 tarihinde “dördüncü toplantı yılı”nın son oturumunu yaparak dağılmıştır. Mecliste bu ilk dönemde kaç milletvekilinin görev yaptığı konusu, hem dönemin içinde yaşayanların anılarında, hem de konuyla ilgili olarak sonradan yapılan araştırmalarda farklı farklı anlatılmaktadır. Son yapılan araştırmalar, bu ilk dönem boyunca, 349’u yeni seçilen, 88’i Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen olmak üzere toplam 437 mebusun TBMM üyeliğine hak kazandığını göstermektedir. Üyelerin % 79.9’u yeni seçilmiş, % 20.1’i de İstanbul’dan gelmiştir. Bununla birlikte, yeni seçilenlerden 88, Osmanlı Mebusan Meclisi kökenlilerden de 12 olmak üzere toplam 100 mebusun TBMM üyeliği sıfatları, TBMM kapanmadan önce son bulmuştur. Dönemi 261’i yeni seçilen, 76’sı İstanbul’dan gelen toplam 337 mebus tamamlamıştır. Tümü de mebusluk sıfatını birinci toplantı yılı (23 Nisan 1920-1 Mart 1921) içinde kazanan ve dönem sonunda TBMM’nden ayrılmış bulunan 100 mebustan 14’ünün meclis üyeliği “ölüm” nedeniyle son bulurken; “istifa eden” ya da “istifa etmiş sayılanların” sayısı 71, “mebusluktan düşürülenlerin” (ıskat) sayısı 5’tir. 49 kişinin milletvekilliği birinci toplantı yılı sonuna kadar, hiçbir TBMM oturumuna katılmadan sona ermiştir. Ayrıca, birinci toplantı yılı sonunda TBMM’ne henüz katılmamakla birlikte mebuslukları sürmekte olan 2 mebus, ikinci toplantı yılı içinde Ankara’ya hiç gelmeden vefat etmiştir. Böylece TBMM Albümlerinde adı geçen 437 mebustan 51’inin TBMM’ne hiç katılmadığı; buna karşılık oturumlara katılmış mebus sayısının 386 olduğu ortaya çıkmaktadır. TBMM’ndeki mebuslar toplam 66 “seçim çevresini” temsil etmektedir. Seçim çevreleri livalardır ve bunlar da coğrafi açıdan bölgeye ayrılabilir. Tüm meclis üyelerinin en yoğun olarak temsil edildikleri bölge Güneydoğu Anadolu Bölgesi’dir. TBMM’nin % 16.9’u bu bölgeyi temsil ederken, ikinci sırayı alan Ege Bölgesi’nin oranı % 14.9, Orta-Kuzey Anadolu Bölgesi’nin oranı % 14.4’tür. Akdeniz ve Karadeniz Bölgeleri aynı oranda temsil edilirken (% 11.0), Orta-Doğu Anadolu bölgesi kökenli mebusların oranı % 10.5’tir. Görece düşük oranda temsil edilen bölgeler, Kuzey-Doğu Anadolu (%7.3), Orta-Güney Anadolu (%7.1) ve Marmara (%6.) bölgeleridir. Meclis’in oldukça “genç” bir “yaş yapısı” vardı. Gruplar kurulmadan önce, 1921 ilkbaharına kadar TBMM ile ilişkisi kesilen ve çoğunun yaşı hakkında bilgi bulunmayan 82 mebus kapsam dışında tutulursa, kalan 355 mebusun yaş ortalaması 42.8’dir. İlk Meclis’te yaşları, 40’tan küçük olanların oranı % 37.3; 40 ile 49 arası olanların oranı % 4.8; 50 ile 59 arasında olanların oranı % 14.6, 60’tan büyük olanların oranı % 4.8 ve bilinmeyenlerin oranı da %8.5’tir. TBMM milletvekillerinin bu yaş durumu itibarıyla, Batı Avrupa Milli Meclislerindeki milletvekillerinden yaklaşık olarak 10 yaş; Osmanlı Mebusan Meclisi’nden de 15-20 yaş daha gençtiler. TBMM, ülkenin o günlerde içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, genel olarak “eğitim düzeyi” yüksek kişilerden oluşmaktadır. Meclis’te iptidaiden yüksekokullara kadar uzanan eğitim kurumları hiyerarşisi içinde yer alan tüm okullardan yetişmiş mebusların bulunduğu görülmektedir. Eğitim sistemindeki, geleneksel ve modern ikiliği Meclis’in yapısını da etkilemiştir. Birçok mebus, birkaç eğitim kurumunu birden bitirmiştir. Örneğin, medreselerde öğrenim görenlerin % 24.4’ü aynı zamanda rüştiye, % 8.5’i yükseköğretim kurumu, % 7.1’i idadi mezunu iken; % 7.3’ü de medrese öğrenimi yanında özel eğitim görmüşlerdir. Ayrıca, hem rüştiye hem meslek okulu, hem Harp Akademisi hem bir başka yükseköğretim kurumu, hem idadi hem de özel eğitim kurumu gibi birden çok okul mezunu olan mebuslar da vardır. İlk Meclis’teki tüm milletvekillerinin % 25.4’ü (111 kişi) bir yükseköğretim kurumunu bitirmiştir. % 4.8’lik bir bölüm (21 kişi) Harp Akademisi, % 6.9’u (30 kişi) Harbiye mezunudur. Rüştiyeyi bitirenlerin oranı % 20.8 (91 kişi) iken, medreselerde öğrenim görenler % 18.8 (82 kişi)’lik bir grup oluşturmaktadırlar. TBMM üyelerinin % 8.7’si (38 kişi) idadi, % 2.3’ü (10 kişi) sultani, % 1.6’sı (7 kişi) meslek okulu bitirmiş, % 7.3’ü (32 kişi) ise özel eğitim görmüştür. Herhangi bir eğitim kurumunu bitirmeyen ya da eğitim düzeyleri hakkında bilgi bulunmayan mebusların oranı da % 14.6 (64 kişi)’dır. “Yabancı dil” bilen / bilmeyen mebusların ve bilinen dillerin dağılımı da TBMM üyelerinin o günkü koşullara göre oldukça yüksek bir eğitim düzeyine sahip olduklarını göstermektedir. Tüm mebusların % 58.8’i (257 kişi) yabancı dil bilmemektedir. Dil bilen % 41.2’lik bölüm içinde de birden çok yabancı dil bilenler önemli bir yer tutmaktadır. Fransızca, Arapça ve Farsça bilinen yabancı diller içinde başta gelmektedir. Fransızca bilenler tüm Meclis üyelerinin % 23.8’ini (104 kişi), Arapça bilenler % 19.2’sini (84 kişi), Farsça bilenler de % 13.5’ini (59 kişi) oluşturmaktadır. Bu üç dili % 4.8’lik (21 kişi) bir oranla İngilizce ve aynı oranla Almanca izlemektedir. Diğer bakımlardan olduğu gibi, “mesleki” açıdan da, Türk milletinin bütün kesimlerinin temsilcilerinin TBMM’nde yer aldığı görülmektedir. Milletvekillerinin seçilmeden önce uğraştıkları en son meslekleri göz önünde tutularak yapılan inceleme, bunların yaklaşık yarısının (% 46.9’u, 205 kişi) “devlet memuru” olduğunu ortaya koymaktadır. “Profesyoneller” başlığı altında toplanabilecek olan “serbest meslek” sahiplerinin oranı % 14.0 (61 kişi); “eşraf” olarak nitelendirilebilecek olanların oranı % 18.9 (83 kişi); “din adamı” olarak isimlendirilebilecek olanların oranı % 11.2 (49 kişi); “İşçi” % 0.2 (1 kişi); “belediye başkanı” % 1.6 (7 kişi) ve “mesleği bilinmeyen”lerin oranı da % 7.1 (31 kşi)’dir. Bu ana meslek gruplarını açtığımız zaman alt meslek sahiplerinin oranları ve sayıları şu şekildedir: Memurlar: Asker % 13.7 (60), Yüksek Memur % 8.7 (38), Mülki Yönetici % 10.1 (44), Diplomat % 0.5 (2), Öğretim Üyesi % 0.9 (4), Öğretmen % 3.0 (13), Hakim-Savcı % 3.9 (17), Diğer Memur % 6.2 (27). Profesyoneller: Avukat % 6.6 (29), Gazeteci % 2.5 (11), Bankacı % 0.7 (3), Doktor % 3.7 (16), Mühendis % 0.5 (2). Eşraf: Çiftçi % 9.6 (42), Tüccar % 8.2 (36), Aşiret Reisi % 1.1 (5). Din Adamı: Müftü, Müderris, Şeyh % 11.2 (49). İşçi :% 0.2 (1). Belediye Başkanı: % 1.6 (7). Bilinmeyen % 7.1 (31) . Prof. Dr. İhsan Güneş’in Frederick W. Frey’e dayanarak verdiği bilgilere göre, “liderlik özellikleri” bakımından milletvekillerinin durumu şu şekildedir: Üst düzey liderlik gücüne sahip olanlar Meclis’in % 10’unu, orta düzey liderlik gücüne sahip olanlar % 12’sini, aşağı düzey liderlik gücüne sahip olanlar da % 78’ini oluşturmaktadır. Milletvekillerinin “evlilik durumları”na bakıldığında, “medeni durumların” bilinenlerin hemen hemen tamamına yakının “tek evli” oldukları görülmektedir: Tek evli olan 277 kişi, iki evli olan 3 kişi, bekâr 12, dul 6 kişi, medeni durumu belli olmayan ise 88 kişidir. Sonuç Yerine Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni; “Osmanlı Devleti’nin asırlık hatalarından mesul tutulan, Mondros Mütarekesi’nin haksız tatbikatı ile zulüm ve adaletsizlik baskısı altında ezilmek, müstemleke halinde yaşatılmak suretiyle cezalandırılmak istenen Türklerin millet olarak ve bu topluluğun siyasi ifadesi olan milli, müstakil bir devlet kurarak yaşamak hakkını Osmanlı Hükümeti’ne İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan Birinci Dünya Harbi’nin galip devletlerine karşı fiili bir mücadele sonunda elde etmesi” şeklinde tanımladığı “Müdafaai Hukuk Hareketi”nin gerçekleştirici organı olarak ifade etmektedir. Bu tarihi hükümden anlaşılacağı gibi, TBMM, ilk döneminde milletin kaderine el koymuş, düzenli bir ordu kuruluşunu gerçekleştirmiş, “Başkomutan” seçtiği Mustafa Kemal’in önderliğinde düşmanı yurttan atarak, vatanı işgallerden kurtarmış, iç isyanları bastırmış, saltanatı kaldırarak “Cumhuriyet”e giden yolda ilk adımı atmıştır. Aynı TBMM, ikinci döneminden itibaren de, “Cumhuriyet”i ilan ederek kurduğu devletin yönetim biçimini belirlemiş, Lozan Antlaşması’nı onaylayarak milletlerarası hukuka göre yeni devletin “bağımsızlığı”nı tescil ettirmiş, Hilafet’i kaldırarak, Tevhid-i Tedrisat ve Medeni Kanun gibi önemli yasaları kabul ederek “Demokratik-Laik Cumhuriyet” yolunda atacağı adımlara başlamış, yapılan inkılâplarla da “çağdaşlaşma” iradesini ve hedefini ortaya koymuştur. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran TBMM, milli ve manevi değerler temelinde yükselen ve “mili hâkimiyet”in tecelli ettiği en yüksek makam olduğu kadar; milletimizin çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşma ve onu aşma azminin de en iyi ifadesini bulduğu bir mekân olmuştur ve olmaya da devam edecektir. S O N Makalenin yayınlanmış kaynağı: https://www.karamandan.com/makale/6486815/ali-guler/tbmmnin-acilisinda-milli-ve-manevi-degerler 25.04.2016 SonDakika haberleri net